GÖNÜLLÜ KÖLELİK
Hepimiz
özgür olarak doğduk. Annemizin kuzusu, babamızın biriciği olduk. Doğduğumuz gün
dünya bizim etrafımızda dönmeye başladı. Gak denince su, guk denince yemek
verildi. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda durdu. Ne kadar şanslıysak o
kadar el bebek gül bebek büyütüldük. Bir dediğimiz iki edilmedi, sıcak suyun
kıymetli olduğunu soğuk suya dokununca anlamamız gerekirken elimiz bir türlü
soğuk suya değdirilmedi.
Kendi
kendimize yetmediğimiz bebeklik ve ilk çocukluk dönemimizde dünya etrafımızda
pervane misali döner oldu. Gece açılan üstümüz birileri tarafından örtüldü.
Dişimiz ağrıdığında, hastalandığımızda, acıktığımızda, canımız bir şey çektiğinde,
hasılı yaşamak adına neye ihtiyaç duyduysak birileri bizim için konfor alanını
sürekli terk etti ve bizimle ilgilendi. Düştüğümüzde elimizi tutup kaldıran
birileri her zaman oldu. Biz onlara anne, baba, abi, abla, hâsılı kelam aile
demeyi öğrendik. Kim bilir, belki de onlara gönüllü kölelerimiz demek
gerekiyordu. Tabir biraz ağır oldu sanırım. Ancak belki de bu tabirin en masum
haliyle kullanıldığı yer burası olsa gerek. Çünkü büyüdükçe bizler de birer
gönüllü köle olacaktık. Nasıl büyüyorsa insan o hale evriliyor demek ki!
İlk
başlarda yılın 365 günü etrafımızda dönen dünya, biz büyüyünce bizi kendi
etrafında döndürmeye başlayacaktı. Hayatın sert ve soğuk yüzüyle kimilerimiz
daha çocuk yaşta, şanslı olanlarımız ise ileriki yaşlarda karışılacaktı. Nihayetinde
herkes öyle ya da böyle bu soğuğu ilkin yüzünde sonra da ruhunda hissetmeye
mecbur bir halde yaşamaya devam edecekti.
Ne
olduysa biz büyüyünce oldu. Daha öğrencilik yıllarımızda başladık gönüllü
köleliğe. Geleceği kurtarmak adına oturduğumuz okul sıralarına sabahın en tatlı
uykusunu hediye ettik. İçi kitap dolu çantalarla hayatın yükü altında ezilir
gibi daha ilk çocukluk dönemimizde ezilmeye başladık. Her şey eğitim öğretim
için diyerek bu halimizi güzel bir teselli ile teskin ettik. Sonuçta “Beşikten
mezara kadar ilim talep ediniz.” diyen Peygamber'in (SAV) ümmeti olarak bu
halimizi külfet değil ülfet olarak gördük.
Lakin
sonunda “S” yazan her sınava girmenin yükleminin arkasındaki gizli öznesinin
arz talep dengesinin yetersizliği ve nüfusun çokluğu realitesi olduğunu
anlayınca başladı akranlarımızla aramızdaki yarış. Birinci olmak için herkesi
geçmek gerekiyordu. İlim talep etmek, ilim ile amel etmek yerine
öğrendiklerinle birilerini geçmek gerektiğini sınavların soğuk duvarına çarpa
çarpa öğrendi insan. LGS’si, TYT’si, AYT’si, KPSS’si, ALES’i, TUS’u derken
S'nin kıvrımlı hali misali kıvrıla kıvrıla ve dahi kıvranarak halden hale
girerek birbirimizi geçip dünyanın gönüllü köleleri olmak için yarışır olduk.
“En
sağlam kapı Devlet Kapısı’dır!”
diyerek o kapıdan içeri girebilmenin umuduyla başladığımız yarışın sonucunda
başarılı olanlarımız hayatının sekiz beş arasını karın tokluğu, bankaların
kredileri, oturulan evlerin kirası, binilen arabaların borçları uğruna feda
etti. Başarılı olanlarımız günde sekiz, haftada kırk saatle kurtulurken, o
kadar da şanslı olmayanlarımız ise özel sektörde, daha ağır işlerde mesai
kavramından yoksun bir halde ne iş olursa yaparım tonunda iş bulabilmenin
umuduyla günlerini günlere ekledi.
İş
hayatı, eş seçimi, yuva kurma hayali, çoluk çocuğa karışma derken dünya
cenderesi içinde günleri günlere eklemleyerek, bazen de emekleyerek yaşamaya
devam ettik. Gün geldi, bizim biricik çocuklarımız oldu ve işten arta kalan zamanlarımızda
onlar için gönüllü köleler olduk. Artık her şey onların mutluluğu içindi.
Onları mutlu etmek için etraflarında pervane olmaya çalıştık. Daha dün bizim
mutluluğumuz için bize pervane olan ebeveynlerimizi dahi ihmal ederek yarın
kendi çocukları için kendilerini ve bizi ihmal edeceğini bildiğimiz
yavrularımız için bugünümüzü yarının peşinatına saydırdık. Yine de bu halimizi
en masum gönüllü kölelik olarak görüyoruz. Çünkü sadece bununla da kalmıyoruz.
Bugün dünyanın gönüllü köleleri olduk.
Seküler
bir çağda olmazsa olmazmış gibi davrandığımız bu paradoks halimizden kurtuluş
yolunu bulmak yerine bu labirentte amaçsız bir halde dönüp duruyoruz. “Her
şeyin bir bedeli vardır.” sözünün arkasındaki acı gerçeği de böylece yaşayarak
öğreniyoruz. Dünyanın doğduğumuzda etrafımızda dönmüş olmasının bedelini şimdi
dünyanın peşinden koşarak ödüyoruz. Gençken bedelini sağlığımız ile ödeyerek kazandıklarımızı
yaşlandığımızda sağlığımızı kazanmak işin geri harcıyoruz.
“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey
yoktur.” (Necm
Suresi, 39. Ayet) ayetini seküler düzlemde idrak ederek sadece bu dünyadaki
çalışmanın karşılığı olarak gördüğümüz müddetçe bu paradoks devam edecek ve
dünyanın peşinden koşmayı sürdüreceğiz. Ancak ayetin muhatabı olan bizler,
yaşamın bu dünyadan ibaret olmadığını Allah’ın adaletinin baki olduğunu idrak
ettiğimiz zaman bu paradoksun ve dünyanın gönüllü köleleri olma fikrinin dışına
çıkarak Hakk'a ram olmayı başarabiliriz. Aksi takdirde dünya labirentinde
sonuçsuz ve anlamsız bir halde gönüllü köleler olamaya yaşamaya devam edeceğiz.