Gönül gözüyle bakmak
“Sen kitaplar ve kağıtların dilinden anlıyorsun; yanık şeyler söyle, iyi şeyler söyle, beni istesin…” Halide Edip Adıvar
İnsana insan olarak bakmak güzeldir. İnsana bir hayat olarak nazar edebilmekse hüner sahiplerinin meziyetidir. Ne yaşamış, ne ile tanışmış, yüzüne astığı tebessümün ardına kaç acı saklamış, içi hangi imtihanın rengine boyanmış ve neyin hürmetine neyi kazanmış?
Karşılaştığımız bir surettir, yabancısı olduğumuz sîret.
Bir an, kalbe bu rüzgârla dokununca irfan, hayat en acıtıcı yüzleriyle bile başkalaşıyor gözümüzde… İnsana, bir ömür, bir kitap, bir gizli hazine olarak kıymet vermek önem kazanıyor. Şeklin bir kalıptan, şekilciliğin de yanılgıdan ibaret olduğunu anlamak, zannedildiği kadar zor durmuyor. Bu başkalaşma hâli, sanat inceliğinin başladığı yerde başlıyor. Resmederken, yazarken, terennüm ederken gönül öyle inceliyor ki, bir noktadan sonra sadece kendi içindeki sese kulak veriyor. Hassasiyet, merhamet, nezaket, samimiyet gibi özlenen özellikler en çok bu mecrada yani insanın enginlerle hemhal olduğu demlerde kazanılıyor. İnsan insana ancak sanatın rikkati ile yaklaşabiliyor.
Vâkıf olamasak da her kalbin bir rengi var. Kimisi hayatın hoyrat yaprakları arasından hikmet toplamış, titizlikle derlemiş onları, içini umudun ve gayretin rengiyle aklaştırmış, karşılaştığı her elemde bir güzellik aramış. Bir diğeri Rahman’dan gelen mesajı okuyamamış, aklı misafir bir öfkeye takılmış, kendi güneşini bırakmış gözleri de başkasının yağmurunda kalmış. Siyahlaştırmış.
Bu iki kutbun arasında devrini tamamlamaya çalışan dünya, lisanını tabiata yansıtıyor. Siyahın tonları aklın, merhametin, vicdanın dumûra uğradığı tablolarda kan, vahşet, buhran, isyan, cinnet olarak karşımıza çıkıyor. Beyaz ise en güzel hâlini eskinin siyah-beyaz fotoğrafları arasında saklıyor; insana bir hayat olarak bakıp, insanı nitelikli bir okumayla sevmeyi becerebilenlerin arasında… Bu çağ, kendini tanıyamadığı için muhatabını da tanımayıp tanımlandıramayan ve saf hâletle yaklaşmayı bilmediği için sorgulayan bir itimatsızlığın esareti altında… Eleştiri, yadırgama, yargılama, yükselen bir güzellik karşısında kendi içinde bir yangın başlatma, hayatın uzağında durmayan resimler arasında…
İftihar ederken “ben”, sorgulayıp suçlarken “sen” demeyi bırakıp “biz” e yönelebilirsek, başta kendimizi kandırmaktan kurtuluruz.
Yaldızlı kalemle çizmişim altını okuduğum kitabın, defterime “özel bir konudan çıksa da geneli ihtiva ediyor” şerhiyle not düşmüşüm;
“Yüreklerimizde kimi hastalıklar vardır ki, bedenin dokularına tamamıyla girmedikten sonra ne olduğu anlaşılamayan gizli hastalıklara özgü bir işleme, içe girme hainliği ile, kendisini göstermeden, yaptığı haraplıkları belli etmeden, içten bir yangın dumansızlığıyla yanar, yanar… Bu bir ateştir ki niteliğini bilmeyiz, varlığından haber almayız. O yavaş yavaş yaptığı işten güvenli, sürer gider. Sonunda bir gün, birden bire bir hiç, bir dakikalık bir öğrenme bize gösterir ki, yüreğimizde bir yangın var. Nedir, nereden doğmuştur, bu yangın nasıl başıboş bir rüzgârın kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilemeyiz…” (Aşk-ı Memnu-sf 145)
Okuduğumuz hiçbir şeyin yabancısı olmamamız, onu içimizde buluşumuzdan… Yaşanan her güzellik ve çirkinlikte nokta mesabesinde de olsa payımız oluşundan… Tam da burada aczimizi duyuşumuzdan…
Güneş güne küstü yeniden… İnsan eliyle soldurulan ve susturulan her şey hoyrat bir hazzın pençesinde can çekişirken, ufkumuzdaki siyah o duayı bekliyor;
“Bizi bana emanet etme Rabbim; bizi kurtar benden.”
Selam ile
Nuray Alper