Gönül Coğrafyamıza Sahip Çıkmalıyız
Eserlerinde
millî konuları işleyen edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Bingöl, devletimizin ‘gönül
coğrafyamıza’ sahip çıkmaya başladığını söylüyor.
Anadolu'nun seçkin kalemlerinden Mehmet Nuri Bingöl beyle kültür, sanat,
edebiyat ve fikir dünyası ile eserlerini konuştuk.
Anadolu’nun
seçkin isimlerinden ve kıymetli kalemlerinden olan Mehmet Nuri Bingöl,
eğitimciliğinin yanı sıra edebiyatın değişik türlerinde eser veren bir
münevverimizdir. Yaklaşık 40 yıldan beri düşünen, yazan, yazdıklarını
yayımlayan ve bilhassa gençlere ulaşmaya çalışıyor. Kendisiyle kültür, sanat,
edebiyat ve fikir dünyası ile eserlerini konuştuk. Başta Necip Fazıl, Sait
Faik, Tarık Buğra, Mehmet Kaplan, Yavuz Bahadıroğlu ve Mustafa Kutlu gibi
birçok edebiyatçının etkisinde kalan, Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden
de beslenen Bingöl, sorularımıza cevap verdi:
Tarık Buğra’nın Önemli Tavsiyeleri
Birecik’ten İstanbul’a geldiniz. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde değerli hocaların talebesi oldunuz.
Bize fakültede etkilendiğiniz hocalarınızdan bahseder misiniz?
İlk tanıdıklarım irtibatlı olduğum ulusal bir gazete edebiyat
servisinde olan kişilerdi elbet en büyük tesiri olanlar. Fakültedeki hocalarıma
gelince. Onlar hakkındaki birinci intibaım çalışkanlıkları ve daha çok millî
yönü ağır basan yazarlarımıza yönelik araştırma yapıp tez hazırlamaları ve
hazırlatmalarıydı. Rahmetlik Prof. Mehmet Kaplan hocamla alakalı yazı hayatımla
ilgili bir anekdottur sanıyorum. Tarık Buğra’nın Romanları Üzerinde bir Tahlil
Denemesi’ni yaparken iznini isteyerek “Kölelik Duvarı Örülürken” başlıklı uzun
hikâyemi okudum; üslubunu beğenmekle birlikte konusunun edebî anlayışına
uymadığını belirtti ve bu tenkit hikâyeyi yırtmama sebep oldu. Polonya’nın Doğu
Bloku’na başkaldırıp bunun Sovyet tanklarıyla bastırılmasını kahraman bakış
açısıyla anlatıyordu. Beni dinlerken Osmanlı yazılı bir metni Latin asıllı Türk
alfabesine çeviriyor, gözlük üstü bakışlarla beni dinliyordu. “Bingöl” dedi
sonunda. “Üslup güzel de hadisede bize ait hiçbir motif bulunmuyor. Bilirsin,
Tarık Buğra’nın ilk romanı Siyah Kehribar’dı.
Buradaki mevzu İtalya’da geçiyordu, aynı tenkidi ona da yaptım, bir dergide de
yayımladım. Tarık bundan beş yıl sonrasına kadar roman yazmadı. Onca yıl sonra
ise Küçük Ağa başlıklı o şahane
romanı ortaya koydu. İleride bir roman yazarsan kendi toprağımızın hikâyesini
işlemeni ama Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını
andıran eser vermeni isterdim.”
Bitirme teziniz büyük romancımız Tarık Buğra hakkında. Bir de
önemli bir mülakat yaptınız. Tarık Buğra üzerinizde nasıl bir intiba bıraktı?
İlk önce bir hususu belirteyim ki severek aldığım bitirme tezi
sırasında Tarık Buğra’nın romanlarındaki üslup beni çarptı sanki. Her romanında
farklı bir yol izliyor ve hem İstiklal Harbi’mize farklı bir zaviyeden bakıyor
hem de siyasi tarihimize değişik gözle sunuyordu, aynı zamanda da aşırı politik
taraftarlığını tenkit ediyor, kimi kahramanları siyasete ancak hayatın bir
gerçeği olduğunda meylediyorlardı.
Mehmet Kaplan’dan Teşvik ve Yönlendirme
Mülakatı ise yine Mehmet Kaplan Hoca’mın tavsiyesi üzerine yaptım.
Tezim tamamlanınca teslim etmek istedim. Bana bu şekliyle eksik olacağını, bir
de onunla mülakat yapmamın tezi âdeta taçlandıracağını söyledi rahmetlik.
Randevuyu da benim yerime aldı, mülakat yerini telefonla kendim ayarladım. Şu
anda eserlerini topluca tekrar bastığını bildiğim yayınevinde, bir bahar günü
hem yazarımızla tanıştım hem de bilhassa edebiyat dünyamız ve şahsi üslubuyla
ilgili sorularımı cevaplama lütfunu gösterdi. Milletimizin bir realitesi
olduğundan dinî değerlere büyük önem verirdi. Yarı aydınları milletten kopuk
olduğundan dolayı, bilhassa Düşman
Kazanmak Sanatı eleştiri eserinde şiddetle tenkit ediyordu.
Yeni yayımlanan Ver Elini Türkmeneli romanı sadece “kurgu”ya mı
dayalı yoksa belgesel özelliği de var mı?
Tabii ki roman kurgulamaya dayalı bir çalışmadır genel olarak.
Otobiyografik romanların -ki en ‘nesnel’ olması gerekir- bile kimi pasajları
yazarın yorumuna dayanır ve yorum ise nispeten kurgu demektir. Hadiselerin nüvesi
şu gelişmeler: 1978’de Afganistan’da Halk Cumhuriyeti kuruldu, bir yıl sonra da
Babrak Karmal ihtilaliyle değişik bir rejim merhalesine geçildi. Tam olarak bu
serencam şöyle olmuştu. 27 Nisan 1978’de
Afganistan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Ama Halk ve Bayrak kanatları
arasındaki birlik hızla bozuldu. Orduya dayanan Halk kanadı giderek güçlendi.
Yeni idarenin reform programında kadınlara eşit haklar, toprak reformu ve
klasik Marksist–Leninist doğrultuda tedbirler yer alıyordu.
Afganistan’daki
Cihat
Afgan temel kültür
değerleriyle çatışan bu program ve siyasi baskılar, nüfusun geniş kesimlerini
karşısına aldı. 1978 yazında Nuristan bölgesinde ilk ayaklanmalar patlak verdi
ve organizesiz de olsa tüm ülkeye yayıldı. 5 Aralık 1978’de, Sovyetler
Birliği ile Afganistan arasında “Dostluk, İyi Komşuluk ve İşbirliği Antlaşması”
imzalandı. Bu antlaşmanın imzalanmasından kısa müddet
sonra Afganistan’da Sovyet yanlısı iktidara karşı ulusal direniş hareketi
başladı. Ayaklanmalar karşısında Afgan ordusu güçsüz kalınca iktidarda bulunan
Afgan yönetimi SSCB ile imzalanmış olan Dostluk ve İşbirliği Antlaşmasına
dayanarak Sovyetler’den yardım talep etti. Bu talep üzerine ve kısa
sürede Afganistan’a çok sayıda Sovyet uzmanı ve askeri geldi. Sovyetler, 27
Aralık 1979’da ülkeyi fiilen işgal etti. Devlet Başkanı Hafızullah Amin
öldürüldü ve yerine Babrak Karmal getirildi. Sovyetler’in işgal hareketi, çok
sayıda Afganlının Pakistan ve İran’a sığınmasına sebep oldu. Tam olmasa da
nispeten “belgesel” vasıf gösteriyor roman.
Sürgündeki Çeçenya
İlk eseriniz
bir roman: Sürgündeki Çeçenya… Roman hangi konuyu ele alıyor, kısaca anlatır
mısınız? Eserin tanıtımı yapılabildi mi, amacına yani okuyucusuna ulaşabildi
mi?
Daha önceleri tefrika romanlarım, bağımsız olarak makale, deneme ve
hikâyelerim de bazı dergi ve gazetelerde yayımlanmıştı. Sürgündeki Çeçenya 1996’da basıldı. İkinci baskısının 2000’de
yapıldığı kitap, Çeçenistan Bağımsızlık Mücadelesinin yoğunluk kazandığı yılda
neşredilmişti. Gençlik Yayınevi tarafından neşredilen romanın şimdi baskısı
tükendi. İlgili olanına ulaştı okuyucuların ama eğer bir kültür ve yayın
zemininde tanıtımını yaptırabilseydim daha fazla baskısı olabilirdi. Belki
ileride imkânım olursa tekrar neşrederim. 2002 yılında basılan deneme-
biyografi- hikâye kitabım ise Yıllardan
Beri Mezar Yeri Tartışılan/ Nur Üstad idi. Birincisinin baskısı kalmadı,
ikincisi ise şu an Kitapyurdu satış sitesinde M. Nuri Eminler mahlasıyla
satışta. Kitabın yayımlanmasında emeği geçen Mekki Yassıkaya Bey’e çok teşekkür ediyorum. Daha sonrakileri ise sunacağım
biyografimde belirteceğim.
Ver Elini Türkmeneli
Bugünlerde iki kıymetli eseriniz okuyuculara ulaştı. Hayırlı
uğurlu olsun. Siyahtan Turkuaza Koşmak
ile Ver Elini Türkmeneli… Bu iki eserin konularını sizden dinlemek isteriz. Bu
eserlerde neyi anlatmak istediniz?
“Siyahtan Turkuaz Koşmak” öykümün adını
kitaba başlık yapmıştım. “Bingöl’e selam” yazınızda da belirttiğiniz gibi
hikâyelerin hepsi “15 Temmuz” millî dirilişindeki ruhu unutturmamak istedim,
sonra yazdıklarım da var ama onlar daha çok şahsi konuları ele alıyor. O
hikâyeleri de Kitapyurdu Doğrudan Yayınevi’nin incelemesinde bulunuyor. Ver
Elini Türkmeneli ise bir roman. Satış sitesindeki tanıtımda -özetle-
belirttiğim gibi üç bakış açısına sahip. Bunlara ek olarak ikinci tekil şahsa
hitap şeklinde bir anlatım da var. Dördüne birden “Karma Bakış Açısı” diyorum
ben. Konusu hakkında yukarıdaki bir soruda cevap vermiştim. Sovyet işgaline
karşı Afgan cihadında ağır yaralanan Cemaleddin’in Türkmeneli’ne gidiş hikâyesi
romanlaştırılıyor. Romandaki hadiselerin asıl başlangıcına döndüğüm
“....sayhası-II” incelemede ama hedefim olan üçüncüsünü yazabilmem için -bu
zihni dağınıklığımda- Allah’tan yardım ve sizlerden dua bekliyorum.
Bediüzzaman, İnanç Birliğini Savundu
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Risale-i Nur Külliyatını okuduğunuzu ve bu eserlerden istifade ettiğinizi biliyorum. Bilhassa 15 Temmuz’dan sonra bazı kişiler, hain FETÖ örgütünü Bediüzzaman’la iltibas etmeye çalıştılar. Bediüzzaman’ı hem bir âlim olarak hem de bu yönüyle anlatır mısınız? Temel hedefi, amacı, ilkeleri nelerdi? Milletimize ve ümmetimize dair idealleri neydi?
Rahmetlik Cemil Meriç’in tabiriyle diyeyim. O özelde Osmanlı, genelde ise tüm Müslümanların inanç temelinde birliğini savunan, bu inanç birliğinin de İslam Devletlerinin maksatta birliğiyle gerçekleşebileceğini savunan bir insandı. Bu gayesini de Yüce Kitabımız Kur’an ve Peygamberimizin Hadislerine dayandırıyordu. Zaten Sünuhat isimli eserindeki “Kur’an’ın Hâkimiyet-i Mutlakası” makalesinde mesleğinin ve Nur risalelerinin temel kaynağının ne olduğunu açıkça söyler. Yine bir makalesinde cemiyetimizin asıl meselesinin “Zaaf-ı Diyanet” olduğunu belirtir. Hayatı boyunca yetiştirdiği talebeleri ile devamlı bu “zaaf”ı gidermeye çalıştı. Doğu Anadolu Bölgemizde merkezi Van’da, şubeleri de Siirt ve Diyarbakır’da olmak üzere açma gayesini güttüğü “Medresetüzzehra” üniversitesi de aslında bu dinî zayıflığı ortadan kaldırıcı müderrisler yetiştirmek için kurulmalıydı. Emirdağ mektupları içindeki bir vasiyeti de budur; talebelerinin bu üniversitenin “maddi şeklini” de oluşturmalarıdır. Hem akademik kadro olarak hem de finans olarak sadece tek bir çalışma grubunun buna kifayet etmeyeceği açıktır. Büyük bir ittihat çemberiyle bu vasiyet değil sadece Anadolu, güzide devletimizin elinin uzadığı her yerde, gönül coğrafyasına yayılacak surette yerine getirilmesi gerekir, tabii bence. Hain FETÖ ile karıştırmalar meselesine gelince bunu yapanlar Bediüzzaman’ın gayesinin sadece iman olduğunu bal gibi bilirler. Nur risaleleriyle açılan çığır müstakil bir yol değil, “Kur’ani bir yol” dur. Bediüzzaman vatanseverdir. Afyon Mahkemesi sırasında hâkime “İslam âlimi olmak cihetiyle” der, “bu vatan ahalisine ilmimle hizmet etmek benim için farzdır” Kafkas Cephesinde gönüllü alay komutanı olarak çarpışıp en az 500 değerli talebesini şehit vermesi de işte bu farziyetten ileri gelmiştir.