Gönlüme sefer düştü
Yine gönlüme sefer düşmüştü… Bu defa gönül coğrafyamız Özbekistan yolundayız… Gidince gördüm ki, gerçekten gecikmişiz…
İtiraf etmeliyim ki, gezi süresince hep ihmalkârlığımız, unutkanlığımız ve vefasızlığımızın vebalini omuzlarımda hissettim… Tüm kıyım, yıkım, zulüm ve sömürülere rağmen bir yer bu kadar mı “bizim” olabilirmiş… Hiç gitmediğin ve hiç görmediğin bir ülke insana bu kadar mı tanıdık gelirmiş…
Maalesef ulusal sınırlar, uşak rejimler kardeşi kardeşe ulaşılmaz kılmış…
Şimdi güneşin doğduğu tarafa gönlümüzce yol alıyoruz… Gitmeye azmi cezmi kastetmiştik… Zaman tünelinde tarihin derinliklerine doğru bir yolculuktayız… Her tarif tarih kokuyor… Tüm tahriplere rağmen tarih bizi ayakta karşılıyor… Her yere nakış nakış sanatın dokunduğunu görüyoruz… Tarih tefekkürü, mekân şuuru ile adımlıyoruz…
Anlıyoruz ki, tarih sadece bir kronoloji değil, günümüze yönelik mesajlar sunan canlı bir tanık gibi duruyor… Tarihle yeniden kucaklaşıyoruz… Kültürün, sanatın, köklerin, bilimin kalbine yürüyoruz… Buram buram tarih kokan bu diyarda acılar, ağıtlar, anıtlarla beraber oymalı, işlemeli ahşap işçiliği, turkuaz renkli kubbeler, ruha hitap eden ince sanat eserleri bizi karşılıyor…
Gönül dünyası ile görkem dünyası arasında gelgitler yaşıyoruz… Sanki evliya, ulema hükema, udeba, kübera, şuara dünyasını geçit merasimdeyiz…
Seyahat önyargılarımızı, asabiyetlerimizi alıyor, engin ufuklara bizi taşıyor…
“Osmanlı merkezli” tarih okumalarından evrensel tarih okumalarına geçiş yapabiliyoruz…
Bu muhteşem medeniyet havzasında hafıza yenilemesi yaşıyoruz…
Maturidilere, İbn Sinalara, Farabilere, Harezmilere, Uluğ Beylere, Buharilere, Şah-ı Nakşibendilere, Birunilere hatta aslen Malatyalı hemşerimiz Güzdivani ailesine yurt olmuş bu topraklar gerçekten görülmeye değer güzel bir diyar…
Bir makbere mecmuası… Türbelerin geçit alanı gibi duruyor… Semerkand, Buhara bakanların gözlerini kamaştırıyor…
Biz Sivas Gökmedrese, Erzurum Çifteminare, Konya Karatay ile övünürken buralarla kıyaslandığında sanki devede kulak gibi duruyor…
Mâverâünnehir medeniyetinin maneviyat ikliminde yüzüyoruz…
Ne Moğol yırtıcıları, ne Sovyet Emperyalistleri bu halkın aidiyetini bitirememiş…
Bu medeniyetin küllerinden yeniden doğduğunu görüyoruz… Yılların mazlumiyet ve mahrumiyeti ile İslam’a ve ilme ne kadar aç olduklarına şahit oluyoruz…
Yitirilen yıllara ağıt yakmıyor, arayış içindeler…
Bize düşen de Özbekistan medeniyetine yönelik edebiyat ve hamaset yapmak değil ‘bugüne yönelik ne yapılabilir?’ sorusuna cevap aramaktır…
Şuna şahit olduk bu sefer de; 150 yıldır buralarda tarih, kültür, sanat, bilim durmuş veya donmuş… Yüzyıldır kapanmayan bir parantez var… Ne zaman ki Müslüman akıl ve irade durmuşsa, medeniyet serüvenimiz de durmuş…
Peki, bugün donmuş ve durmuş aklı ve iradeyi harekete geçirecek dinamik nedir?
Üstad Ebu’l-Hasen en-Nedvi’nin yerinde tespiti ile o, içtihat ve cihattır…
Fonksiyonel bir aklınız ve iradeniz yoksa tarih yazamazsınız, tarih olursunuz…
Caydırıcı bir gücünüz yoksa tüm güzellikleriniz güç odakları tarafından ezilir gider… Hebaen mensura olursunuz…
İnsana yatırım durunca tarih, medeniyet, sanat, bilim, kültür duruyor…
Evet, cihat durunca hayatta duruyor…
O vakit ne el-Hamra, ne Rehistan, ne Kubbetu’s-Sahra, ne Dolmabahçe sizi kurtarmıyor…
Bizi biz yapan aklı ve aksiyonu bulmak zorundayız...
Yoksa geriye sadece yapıtlar, yatırlar ve ağıtlar kalır…
Tarihin iade-i itibarı için yeni bir irade lazım…