Dolar (USD)
32.42
Euro (EUR)
34.29
Gram Altın
2492.64
BIST 100
9693.46
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

07 Ağustos 2022

Gölcük Depremi devlet ve doktor

17Ağustos 1999 depreminde, depremin ilk saatlerinde Gölcük’e görevli giden hekimlerden biriydim.

Deprem o kadar şiddetliydi ki Konya’dan bile hissedilmişti.

Gece 03.02’de olmuştu.

Deprem sabahı kahvaltımı yaparken, haber kanalları, İzmit, Adapazarı dolaylarında deprem olduğunu, birkaç can kaybı yaşandığını, deprem anında bir gazinoda eğlenen bazı vatandaşların korkuyla dışarı kaçıştıkları haberini geçiyordu.

Oysa o depremde 17.400 vatandaşımız hayatını kaybetmişti.

Medya ve Türkiye fena halde çuvallamıştı.

Öğlen saatlerinde depremin ağırlığı anlaşılmış olacak ki, Konya’dan 5-8 ambulans, 8-10 kadar doktor, sayılarını hatırlayamadığım yardımcı sağlık personeli Gölcük’e gitmek üzere görevlendirildik.

O doktor grubundaki cerrahlardan biri bendim.

Konvoyumuz depremin yaklaşık 12. saatinde Konya’dan yola çıkarıldık.

Gece 24.00 gibi Gölcük civarına ulaştık. Depremin üzerinden yaklaşık 20 saat geçmişti. Gölcük’e giden ana yolların bloke olduğunu, ulaşımın kilitlendiğini öğrendik. Bu nedenle köy yollarından giderek Gölcük’e ulaşmaya karar verdik.

Yüksekçe dağlar üzerinden geçen şimdi hatırlamadığım bir güzergahta ilerlerken, uğradığımız köylerde, halk o saatte korkudan sokaklardaydı. Ağaç altlarında yatıyorlardı.Yol sorduğumuz bir köylü “ben gündüz Gölcük’e gittim, boşuna gitmeyin, Gölcük haritadan silinmiş” dedi.

Köylünün ifadesi çok korkutucuydu ama bana abartı gibi geldi. Hiç deprem görmemiştim ve bir depremin ne yapabileceğini ertesi sabah görecektim.

Navigasyonun olmadığı o dönemde, köy yollarından dolanarak, sorarak Gölcük’e bir şekilde ulaştık.

Gölcük’e girdiğimiz ana caddede trafik ana baba günüydü. Araçlar tampon tampon aydı ve milim milim ilerleyebiliyorlardı. Araçların arası hayalet gibi dolanan yayalarla doluydu. Türkiye oraya hücum etmişti.

Cep telefonları devre dışıydı.

Zifiri bir karanlıktı.

Elektrikler kesikti.

Elektrik direkleri yollara devrilmiş, kabloları yerlerde sürünüyordu. Etraf yan yatmış, çökmüş bina enkazlarıyla, terkedilmiş, ezilmiş araçlarla doluydu.

Ambulanslardan oluşan konvoyumuza güçlükle yol bularak bin bir zahmetle Gölcük Askeri Hastanesi’ne ulaştık. Galiba güzergâh bizi oraya götürmüştü.

Askerler hasara uğramış devasa dış kapıyı güçlükle açtılar, hastane bahçesine dahil olduk. Yeşil alanların arasından geçerek hastane binasına ulaştık. Yeşil alanlarda karanlıklar içinde tek tük insan karaltıları dolanıyordu.

Acil ünitesinin ışıkları yanıyordu. Galiba jeneratör devredeydi. Yerler kanlı cerrahi eldivenler, kanlı gazlı bezler, pamuklar, kullanılmış enjektörlerle doluydu. Ama kimsecikler yoktu. Sanki kıyamet kopmuş tek canlı kalmamıştı. Korkunç bir sessizlik uğulduyordu.

Askeri hastanede bize düşecek bir görev olmadığını görünce Devlet Hastanesine ulaşmaya karar verdik.

Yanımıza binen askerin yol tarifi ile yine izdihamdan patlamaya gelmiş yollardan geçerek Devlet Hastanesine vasıl olduk.

Daha birkaç ay önce Mart ayında hac görevimi ifa etmiştim.

Hacda arife gecesi Müzdelife’den Mina’ya omuz omuza kalabalık içinde yürüyerek giderken yaşadıklarımıza “kıyametin provası” demişlerdi.

“Kıyametinprovası”nı 4 ay sonra Gölcük’te tekrar yaşıyordum.

Devlet hastanesine ulaştığımızda gecenin saat 01.00’i idi. Depremin 22. saatiydi.

Hastane Başhekimi görevi başındaydı.

Hastane bahçesinde açık havada ve tek katlı küçük bir binada acil servis oluşturulmuştu. 5-6 kat kadar olan ana hastane binasına çökecek korkusuyla girilemiyordu.

Yeterli sayıda doktor olduğu ve depremin ilk saatlerinde oluşan izdiham çoktan geçtiği içino gece bize görev düşmedi. Hastane bahçesinde toprak üzerine serdiğimiz battaniyeler üzerinde kâh uyuyarak, kâh oturarak sabahı ettik.

Ambulanslarımız vardığımız dakikadan itibaren hemen işe koyuldular. Gölcük’ün mahallelerinden hastaneye yaralı taşıdılar.

Sabah olduğunda hastaneye gelen Gölcüklülerden bazıları bize Rus Hastanesi’nin yerini soruyorlardı.

Ruslar bizim Konya’dan ulaştırılmamızdan daha hızlı olarak Gölcük’e gelmiş bir sahra hastanesini faaliyete geçirmişlerdi.

Halk Ruslara itibar ediyordu, çok üzücü ve mahcup ediciydi.

Sabah saat 10.00 sularında siyah renkli lüks bir otomobil hastane bahçesine girdi. Depremde en aktif görev alması gereken bir kurumumuza ait araç benim önümde durdu. Aracın arka camı açıldı. Yeni kuaförden çıkmış aşırı makyajlı orta yaşlı bir hanım, bir şeyler sordu. Güya bilgi aldı. Hastane bahçesine adım bile atmadan arabanın camını tekrar kapatıp çekip gitti.

Hastane önünde resmi plakalı bir kamyon duruyordu. Kamyonun üzerinde seyyar röntgen cihazı kuruluydu. Ancak orda bulunduğumuz dört-beş gün boyunca kamyondaki cihaz çalıştırılamadı. Kamyon boşuna gelmişti.

Hastanenin çöker korkusuyla içine girilemeyen çok katlı binasına gelen cenazeler biriktiriliyordu. Binanın camları tamamen açıktı. Vardığımızın üçüncü gününden itibaren binadan ağır bir ceset kokusu yayılmaya başladı. Arada bir esen rüzgâr, kokuyu üzerimize getiriyor, kahredici bir hüzne boğuluyordunuz.

Bu binadaki cenazeler acımasız bir tarzda pencerelere uzatılan dozer kepçeleriyle kamyonlara alınarak götürüldüler. Belki de o korkunç şartların bir zorunluluğu idi.

Gölcük’ün 8-10 katlı binaları 1-2 metrelik yığınlara dönmüştü. Daha bir gün önce yıkanmış kar gibi beyaz tüller, siyah asfaltın üzerinde savruluyorlardı.

Yaşlı bir teyze yıkık binanın enkazına başını uzatıp, çaresizce sesleniyor, bir ses, bir inilti umuyordu:

-Mehmeeeet, Mehmeeeet!

Bu kıyametti.

Zamanın şair Başbakan’ı deprem bölgesine çok çok gecikmeli gitmiş, devlet otoritesi ve ciddiyeti gereği(!) halka şefkat ve merhamet yüzünü göstermemişti.

Depremden birkaç ay sonra deprem bölgesine gelen ABD Başkanı Clinton, depremzede bir bebeği kucağına alarak bizim halkımıza, bizim başbakanımızdan daha sıcak davranmıştı.

Bebek de Clinton’un burnunu tutarak başbakanımıza bir mesaj göndermişti.