Gölcük Depremi devlet ve doktor
17Ağustos 1999 depreminde, depremin ilk saatlerinde Gölcük’e görevli giden hekimlerden biriydim.
Deprem o kadar şiddetliydi ki Konya’dan
bile hissedilmişti.
Gece 03.02’de olmuştu.
Deprem sabahı kahvaltımı yaparken, haber
kanalları, İzmit, Adapazarı dolaylarında deprem olduğunu, birkaç can kaybı
yaşandığını, deprem anında bir gazinoda eğlenen bazı vatandaşların korkuyla
dışarı kaçıştıkları haberini geçiyordu.
Oysa o depremde 17.400 vatandaşımız hayatını
kaybetmişti.
Medya ve Türkiye fena halde çuvallamıştı.
Öğlen saatlerinde depremin ağırlığı
anlaşılmış olacak ki, Konya’dan 5-8 ambulans, 8-10 kadar doktor, sayılarını
hatırlayamadığım yardımcı sağlık personeli Gölcük’e gitmek üzere
görevlendirildik.
O doktor grubundaki cerrahlardan biri bendim.
Konvoyumuz depremin yaklaşık 12. saatinde
Konya’dan yola çıkarıldık.
Gece 24.00 gibi Gölcük civarına ulaştık. Depremin
üzerinden yaklaşık 20 saat geçmişti. Gölcük’e giden ana yolların bloke olduğunu,
ulaşımın kilitlendiğini öğrendik. Bu nedenle köy yollarından giderek Gölcük’e ulaşmaya
karar verdik.
Yüksekçe dağlar üzerinden geçen şimdi
hatırlamadığım bir güzergahta ilerlerken, uğradığımız köylerde, halk o saatte korkudan
sokaklardaydı. Ağaç altlarında yatıyorlardı.Yol sorduğumuz bir köylü “ben
gündüz Gölcük’e gittim, boşuna gitmeyin, Gölcük haritadan silinmiş” dedi.
Köylünün ifadesi çok korkutucuydu ama
bana abartı gibi geldi. Hiç deprem görmemiştim ve bir depremin ne
yapabileceğini ertesi sabah görecektim.
Navigasyonun olmadığı o dönemde, köy
yollarından dolanarak, sorarak Gölcük’e bir şekilde ulaştık.
Gölcük’e girdiğimiz ana caddede trafik ana
baba günüydü. Araçlar tampon tampon aydı ve milim milim ilerleyebiliyorlardı.
Araçların arası hayalet gibi dolanan yayalarla doluydu. Türkiye oraya hücum
etmişti.
Cep telefonları devre dışıydı.
Zifiri bir karanlıktı.
Elektrikler kesikti.
Elektrik direkleri yollara devrilmiş,
kabloları yerlerde sürünüyordu. Etraf yan yatmış, çökmüş bina enkazlarıyla, terkedilmiş,
ezilmiş araçlarla doluydu.
Ambulanslardan oluşan konvoyumuza güçlükle
yol bularak bin bir zahmetle Gölcük Askeri Hastanesi’ne ulaştık. Galiba güzergâh
bizi oraya götürmüştü.
Askerler hasara uğramış devasa dış kapıyı
güçlükle açtılar, hastane bahçesine dahil olduk. Yeşil alanların arasından
geçerek hastane binasına ulaştık. Yeşil alanlarda karanlıklar içinde tek tük insan
karaltıları dolanıyordu.
Acil ünitesinin ışıkları yanıyordu.
Galiba jeneratör devredeydi. Yerler kanlı cerrahi eldivenler, kanlı gazlı
bezler, pamuklar, kullanılmış enjektörlerle doluydu. Ama kimsecikler yoktu.
Sanki kıyamet kopmuş tek canlı kalmamıştı. Korkunç bir sessizlik uğulduyordu.
Askeri hastanede bize düşecek bir görev
olmadığını görünce Devlet Hastanesine ulaşmaya karar verdik.
Yanımıza binen askerin yol tarifi ile yine
izdihamdan patlamaya gelmiş yollardan geçerek Devlet Hastanesine vasıl olduk.
Daha birkaç ay önce Mart ayında hac görevimi
ifa etmiştim.
Hacda arife gecesi Müzdelife’den Mina’ya
omuz omuza kalabalık içinde yürüyerek giderken yaşadıklarımıza “kıyametin
provası” demişlerdi.
“Kıyametinprovası”nı 4 ay sonra Gölcük’te tekrar yaşıyordum.
Devlet hastanesine ulaştığımızda gecenin
saat 01.00’i idi. Depremin 22. saatiydi.
Hastane Başhekimi görevi başındaydı.
Hastane bahçesinde açık havada ve tek
katlı küçük bir binada acil servis oluşturulmuştu. 5-6 kat kadar olan ana
hastane binasına çökecek korkusuyla girilemiyordu.
Yeterli sayıda doktor olduğu ve depremin
ilk saatlerinde oluşan izdiham çoktan geçtiği içino gece bize görev
düşmedi. Hastane bahçesinde toprak üzerine serdiğimiz battaniyeler üzerinde kâh
uyuyarak, kâh oturarak sabahı ettik.
Ambulanslarımız vardığımız dakikadan
itibaren hemen işe koyuldular. Gölcük’ün mahallelerinden hastaneye yaralı
taşıdılar.
Sabah olduğunda hastaneye gelen
Gölcüklülerden bazıları bize Rus Hastanesi’nin yerini soruyorlardı.
Ruslar bizim Konya’dan
ulaştırılmamızdan daha hızlı olarak Gölcük’e gelmiş bir sahra hastanesini
faaliyete geçirmişlerdi.
Halk Ruslara itibar ediyordu, çok üzücü
ve mahcup ediciydi.
Sabah saat 10.00 sularında siyah
renkli lüks bir otomobil hastane bahçesine girdi. Depremde en aktif görev
alması gereken bir kurumumuza ait araç benim önümde durdu. Aracın arka camı
açıldı. Yeni kuaförden çıkmış aşırı makyajlı orta yaşlı bir hanım, bir
şeyler sordu. Güya bilgi aldı. Hastane bahçesine adım bile atmadan arabanın camını
tekrar kapatıp çekip gitti.
Hastane önünde resmi plakalı bir kamyon
duruyordu. Kamyonun üzerinde seyyar röntgen cihazı kuruluydu. Ancak orda
bulunduğumuz dört-beş gün boyunca kamyondaki cihaz çalıştırılamadı. Kamyon boşuna
gelmişti.
Hastanenin çöker korkusuyla içine
girilemeyen çok katlı binasına gelen cenazeler biriktiriliyordu. Binanın
camları tamamen açıktı. Vardığımızın üçüncü gününden itibaren binadan ağır bir
ceset kokusu yayılmaya başladı. Arada bir esen rüzgâr, kokuyu üzerimize
getiriyor, kahredici bir hüzne boğuluyordunuz.
Bu binadaki cenazeler acımasız bir tarzda
pencerelere uzatılan dozer kepçeleriyle kamyonlara alınarak götürüldüler. Belki
de o korkunç şartların bir zorunluluğu idi.
Gölcük’ün 8-10 katlı binaları 1-2
metrelik yığınlara dönmüştü. Daha bir gün önce yıkanmış kar gibi beyaz tüller, siyah
asfaltın üzerinde savruluyorlardı.
Yaşlı bir teyze yıkık binanın enkazına başını
uzatıp, çaresizce sesleniyor, bir ses, bir inilti umuyordu:
-Mehmeeeet, Mehmeeeet!
Bu kıyametti.
Zamanın şair Başbakan’ı deprem bölgesine
çok çok gecikmeli gitmiş, devlet otoritesi ve ciddiyeti gereği(!) halka
şefkat ve merhamet yüzünü göstermemişti.
Depremden birkaç ay sonra deprem
bölgesine gelen ABD Başkanı Clinton, depremzede bir bebeği kucağına alarak
bizim halkımıza, bizim başbakanımızdan daha sıcak davranmıştı.
Bebek de Clinton’un burnunu tutarak
başbakanımıza bir mesaj göndermişti.