Göçmenem…
İnsanların doğup büyüdükleri ve ait olduğu toprakları terk etmek zorunda kalmalarının ne kadar üzücü olduğunu belirterek yazıma başlamak istiyorum. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren bazı milletler bazen etnik veya dinî kimlikleri dolayısıyla veya başka çeşitli sebeplerle vatanlarından ayrılmak zorunda bırakılmışlardır.
Tarihî geleneğimiz
ve düşüncemizden ötürü göç olgusunu Batılılardan farklı değerlendirmemiz
gerekmektedir. Elbette ekonomik şartlara dayalı uzun bir konar-göçer hayatı
yaşayan bir milletin fertleri olarak konuya bakışımız farklıdır. Manevî dünyamızda da yurdundan edilmenin nasıl
derin izler bırakacağını en iyi bilenlerdeniz. Öncelikle ilk müminlerin müşriklerin
Mekke’deki baskılarından kaçarak başta Habeşistan olmak üzere farklı topraklara
göçtüğünü hatırlayalım. Daha sonra yine Mekke’deki zulümden korunmak üzere
Peygamber Efendimizin ümmetiyle birlikte Medine’ye hicret ettiğini unutmuyoruz.
Tarih içerisinde soydaşlarımızın
göçle ilişkisinde dikkat çeken başka bir husus ise yurdundan sürülen veya
kaçmak zorunda kalan insanlara sahip çıkmalarıyla ilgili bir şeyleri de
hafızamızdan silemeyiz. Endülüs’teki İslam devletinin yıkılışından sonra
bölgede hâkimiyet kuran İspanyollar, yüzyıllardır o topraklarda yaşayan
Müslümanlarla birlikte Yahudileri de vatanlarından kovduğunda onlara kucak açan
Kanuni Sultan Süleyman olmuştur.
19. yüzyılda
ülkelerindeki karışıklıktan kaçan Polonyalılar da Osmanlı Devleti’ne iltica
etmişlerdi. Aynı dönemde Kafkasya’daki Rus yayılmacılığı ve Balkanlar’daki
karışıklık, milyonlarca Müslümanın akın akın Anadolu’ya göçmesine yol açmıştır.
Uzun yıllara
yayılan büyük çaplı nüfus hareketlilikleri II. Dünya Savaşı’na kadar dünya
kamuoyunun gündemine girmemesindeki en büyük sebep Avrupa’nın göç dalgalarından
etkilenmemesidir. Ne zaman ki göç olgusu Avrupa için ciddi bir sorun teşkil
etti, o dönemden sonra meseleye uluslararası platformlarda çözüm arayışına
girildi ve 1950’de BM Mülteciler Yüksek
Komiserliği kuruldu. Ancak 21. yüzyılın başından itibaren Orta Doğu’nun
içine düştüğü mülteci krizine çözüm bulunamadı. 2011 de başlayan Suriye İç
Savaşı ise sorunun vahametini tüm boyutlarıyla gözler önüne serdi.
Yanı başımızda
yaşanan bu insanlık dramına Türkiye olarak ilk günden itibaren kayıtsız
kalmadık. Uyguladığımız ‘açık kapı’ politikasıyla ülkemize
sığınan mültecilerin eğitimden sağlığa, sosyal ihtiyaçlardan istihdama tüm ihtiyaçlarını
karşılamaya, onların yarasını sarmaya çabaladık ve yardıma devam ediyoruz. Bunu
tarihimizden ve kültürümüzden gelen bir insanlık vazifesi olarak kabul
ettiğimizin altını bir kere daha çizmek lazım.
Topraklarına
mülteci kabul etmeyen veya ülkelerine sığınmış kişilere insanlık dışı muamele gösteren
devletlerin yanında Suriyeliye kucak açan ülkemiz mülteciler için milyarlarca
dolar harcayarak da insanlık onuru adına önemli bir vazifeyi yerine getiren Türkiye
insanlığın geleceği adına umut veren işlere imza attı ve atmaya devam ediyor. İçerdeki
siyasi tartışmalara konu edilen bu konuda temennim, kâğıt üstünde insan
haklarının hamiliğine soyunan, bu konularda kendini kıstas belirleme konumunda
gören devletlerin Türkiye’nin tavrından ders almalarıdır.
Şüphesiz ki
tarih, yurdunu terk etmek zorunda kalanlara insanî bir görev anlayışıyla
dinlerine,
Dillerine,
renklerine bakmaksızın kapılarını açan Türkiye ile onları tel örgüler ardında
açlığa, hatta ölüme sürükleyen devletlerarasındaki farkı yazacaktır.
Ve’s-selam.