Giv ve Konya, oradan Beyşehir
Girişimci
İşadamları Vakfı basın sorumlularından biri olarak Konya’da idim. Doğrusu
küresel güçlerin haksızlıkları karşısında haklı bir karşı duruş, bir adalet
temsili olarak durabilmenin bir yolu da muhakkak ekonomik güçlülükten, ekonomik
bağımsızlıktan geçiyor, ana fikrinin tam karşılığı olan bir çalışmaydı.
Etkinlik demek yetersiz kalır. Orada birbirinden farklı fikri, projesi olan
projesinin yanına ekonomik destek arayabilme imkanını, fikrini yatırımcıya
anlatma imkanını yakalayan pek çok insan vardı. Konya Belediye başkanı ve Konya
GİV sorumluları da Konya’nın bir şehir olarak girişimciliğin başkenti
potansiyelini taşıdığından bahsetti. Birbirinden farklı ekonomik başlıklarda
alan uzmanlarından, akademisyenlerden, iş adamlarından bilgi ve tecrübelerin
aktarıldığı paneller genel olarak ve özellikle ilgilisi açısından verimliydi.
Hayatımız
hem klasik bilgi alımı ve onun güne getirilmesi, yeniden anlaşılarak
güncellenmesi ve bu çabanın hem yazım dünyasına kazandırılması, hem yeni
başlıklar, düşünülmemiş ve söylenmemiş biçimde yeni sunumlar ve söyleşilerle,
hatta video yayınları, kısa film, film, belgesel senaryoları üreterek devam
ettiğinden kendime ve benim gibi çalışan tüm anlam arayışçılarına fikir ve
sanat girişimcisi kariyerini verdikten sonra oradan ayrıldım. Kongre merkezinin
kapısından çıkar çıkmaz insanın iki kabının, karnı ve kalbinin açlığının ve
tokluğunun ne de önemli olduğunu düşünmemle, ekonomiyi unutup anlam aramaya
çıkmam bir oldu. Yeniden kendim oldum. Evet. Kabul. İnsan maddi anlamda
ayakları üstünde durmalı. Ama kalbî anlamda da… İnsan ayakları üstünde durur.
Ancak bunu manen de yapmazsa diğer ayaklar kurur, demeyeceğim. Kafiye merakımız
biteli çok oldu. Manen ayakta duramayanın maddi anlamda ayakta olmaklığı yarım
kalır, eksik kalır elbette. Ya da kırılır insan, “ayaksız” kalır kalbi
doymazsa…
Dedikten
hemen sonra kendimi Beyşehir Eşrefoğlu Camii’nde buldum. Bu camide dedem
imamlık yapmış, bahçesine bostan kurmuş anneannem merhum. Camiye girdiğinizde
ormana çıkmış oluyorsunuz. Ahşap sütunlar arasında göğü kokluyorsunuz. Bir kedi
takıldı tabi yine peşime. Birlikte namaz kıldık.
Ahşap
tavan süslemeleri arasında bir bahçede dolaşır gibi hayale daldım. Tabii ki
anneannemle hayali hasret giderdik. Neydi ya hu? Anneannemin sofraları
kesinlikle gökten inerdi. Misafirleri de… Anlık sofralar kurardık.
Balcan/patlıcan eriyiverirdi sekiden zıplayan tabakların içine. Et illa lokum
gibi pişer. Ne ara pişer, sana-bana-hepimize, hatta karşı komşuya düşer
bilinmez. Çarşı ekmeği ağarır, Hızır eli değen pekmez kızarır. Şeytan küplere
biner. Emek ve bereket başköşede bütün dünyaya hükmeder gibi mutlu. Adalet
insandan umutlu. Besmele ekmek, hamt su. Sofrayı kuran kaldırır. Kurmayan elini
yıkamaya gitmişken hazır bir de abdest almakta oyalanır. Olsun. Elimize mi
yapışır denilir. Gülüş oynaş varsa çay, yoksa ada çayı, kekik demlenir. Sevgili
İsa as’ın kulakları çınlar. Gökten inmiş siniye yansır gülümseyen hayali.
Bir
de anneannemin kerpiç duvarlarında biz, her bayram gönderdiğimiz bütün
"tebrik kartlarını" sırasıyla bulabilirdik senelik ziyaretlerimizde.
Raptiyelerden pençeleriyle yaşlanmayan bir vefaya tutunan kuşlar gibiydi
tebrikler. Hepsinin arkasında “Bayramını tebrik eder, ellerinden öperiz.”
Yazardı. Çok şekil cümlelerdi fakat ne de içtendi mübarekler. Kiminde şehir
silueti, kiminde kafa kafaya vermiş reçel gülleri olurdu tebrik kartlarının.
Bir de İstanbul’un gerdanı olurdu boydan boya kiminde…
Aklıma
panellerden birinde bir yapay zekâ yazılımcısının kaybettiğiniz sevdiklerinizle
çet-mesajlaşabileceğimizi söylediği cümleler geldi. “Hadi ordan!” dedim içimden
üretim ve kullanımı anlamsız olan teknolojiye... Biz kaybettiğimizi
düşünmediğimiz sevdiklerimizle içimizden neler konuşuyoruz bir bilsen…