Gezegenler ve kitaplar
Bütün eşsiz şeyler gibi, dünyayı bu kadar değerli kılan da tek oluşu galiba. Bununla birlikte, bazı zamanlar, evini, mahallesini, şehrini, hatta ülkesini geçici süreliğine terk etmek istiyor insan. Yoruluyor ve dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Hani bırakıp gitmek ve bir daha dönmemek gibi değil; gitmek, uzaklaşmak, unutmak; aşınmış, alışkanlığa dönüşmüş, sıradanlaşmış olanı özlemek, onarmak, yeni filizler eşliğinde hayata daha sıkı tutunmak için… Bu dünyadan çıkmanın ölüm dışında bir yolu olmalı…
Hatırlamak ne büyük imkan, unutmak ne büyük lüks. Unutmalarımız olmasa
başımıza türlü belalar salan sertleşmiş ruhlarımızdan taze filizler nasıl
fışkıracak ki? Ama öte taraftan unutmayla aramıza giren sayısız tahattur
nesnesi var ve içinde bulunduğumuz durumdan kaçışın yolları gittikçe daha fazla
tükeniyor.
Geçmişte de böyle miydi bilinmez ya, karmaşıklaşan güncel yaşam insanı
olabildiğince kaçmaya, bırakıp gitmeye, terk etmeye ve unutmaya yöneltirken bir
o kadar da o yolları kapatıyor. Güncel yaşama yönelik dayatmalar,
sorumluluklar, yapılması erteleme kabul etmeyen zorunluluklar ruhu
sıkıştırdıkça gövdenin gerilerine kaçıyor hevesler, umutlar, hayaller. İyi ki
görünür değil ruhlarımız. İyi ki bedenlerimizin perçinli tuğlaları onu gözden
saklıyor. Düşünsenize her gün sayısız darbeye maruz kalan ruhlarımızın ciltleri
fiziksel gözler tarafından görülebilse hangimizin derisine bakılabilirdi ki?
Suskunluklarımızın genişlettiği kesiklerden, içimize attıklarımızın derinleştirdiği
çukurlardan, haksızlıkların, ihanetlerin, kendini anlatamamaların büzüştürdüğü
kalplerden her halde bir ucubeden farksız görünürdük.
Yedek bir gezegenim olmasa, kapıyı çarpıp gittiğimde beni kimsenin
göremeyeceği bir kuytuluğa sahip olmasam da bir kitaplığım var ve ne vakit ona
yaklaşsam içimde dünyadan uzaklaşmaya eş bir hafiflik duygusu peyda oluyor,
kapıyı açıp içeri girdiğimde üzerimdeki yerçekimi dışarıda kalıyor ve unutmanın
sayısız göstergesi beni kısa süreliğine de olsa bu lüksle buluşturuyor. Böylesi
vakitlerde Monteigne-vari bir cümle yüreğime su serpiyor, hafifleyen ruhuma
eşlik ediyor. Kitaplığına hayran kalan okuyucusunun “bütün bunları okudunuz
mu?” sorusuna yazar, “hayır, okumadım ama onlarla vakit geçirmeyi seviyorum”
diye cevap veriyor. Dünyadan kopuşun, onun ağırlığından kurtuluşun gezegeni
olan kitaplıklarda her raf bir başka vadiyi, her kitap o vadinin içindeki
sayısız ormanı, ırmağı, kıyıyı barındırıyor ve kuş bakışı da olsa kendisine
yönelene kapısını sonuna kadar açarak ona sessizce eşlik ediyor. Bir kitabı
olmak bir adaya sahip olmak ise bir kitaplığı olmak da bir gezegene sahip olmak
demek ve gezegenin bütün iklimini kontrol etmenin keyfi başka nerede var?
İçeri giriyor, derin bir nefes alıyor, vücudunu bu yeni mekana alıştırmak
için bir puro yakıyor, sırtını koltuğuna yaslayıp gözlerinle rafları şöyle bir
tarazlıyor, her birinin içinde yarattığı çağrışımları, güzel bir yemeği yemeye
başlamadan önce onun tadını, kokusunu hayalinde canlandırırcasına açlığını
perçinliyor, birkaç nefesin ardından gözüne kestirdiklerinden birini alıp arka
kapak yazısını, önsözünü okumaya başlıyorsun. Kim bilir nerede, ne zaman,
nasıl, hangi duygular eşliğinde yazılmış olan cümlelerin büyülü dünyasında o
yamaçtan bu yamaca dönüp dolaşıyorsun. Bazen yarısına kadar okuyor, bazen
yorulunca verilen molalarda olduğu gibi elinden bırakıyor, sonra başkasını, bir
başkasını alıp rastgele okuyorsun. Kimini ikinci, üçüncü kez, öncesindeki
okumalarını hatırlayarak, altını çizdiğin yerlerde durarak sürdürüyorsun bu
yolculuğu. Sadece kitaplar mı? Değil elbet. Dergiler, broşürler,
ansiklopediler, sözlükler bu yolculuğun değişmez durakları oluyor. Romanlar,
tiyatro metinleri, seyahat kitapları, hatıratlar, şiirler, öyküler,
aforizmalar, gazete yazıları, denemeler… Her biri bir başka beldeyi gezdiren,
her biri bir başka iklimi yaşatan, her biri bir başka kokuyu, rengi tattıran ne
muhteşem yolculuklardır onlar?
Böyle birkaç saat dolaşıyor, şehrin bulaştırdığı zehirlerden arınıyor,
büyük bir keyifle, sevdiği işi yapmış olmanın verdiği zevkle ama gözlerin
geride kalarak, adımların bir türlü ileriye gitmeyerek kapıyı kapatıyor, bu muhteşem
gezegenden çoğalarak, incelerek, değişerek, bambaşka bir insan olarak
ayrılıyorsun. Bize iyi gelen insanlardan geriye kalan ne varsa kitaplıklardan
geriye kalan da biraz o oluyor.
Bir kitabınız yoksa mutlaka olmalı. Bir kitaplığınız yoksa hemen
oluşturmalısınız. Kitaplar size meslek kazandırmayabilir, mevki makamların
önünü açmayabilir, sizi hatta toplum nezdinde hayatın dışında kalan, duygusal
biri gibi gösterebilir ama size öyle bir ruh verirler ki o ruh vicdanınızdaki
yaraları iyileştirir, yüreğinizdeki katılıkları alır, içinizdeki boşluğu
doldurur, sizi bir ufuktan öteki ufka yolculuğa çıkararak bir kuş gibi
hafifletir, sizi size sevdirir. İnsanı kendine bile yabancılaştıran bu dünyada
bizi bize sevdiren kaç şeyimiz kaldı ki? Hatırlamamız gerekeni hatırlatan,
unutmamız gerekeni unutturan, bizi insan kimliğimize yaklaştıran kitaplara
selam olsun. Kitaplıkları mezarlığa dönüşmedikçe hiçbir şehir viran olmayacak,
hiçbir medeniyet insanlık sunağına yerleştirilmeyecek. Kitap ölmeden insan
ölmeyecek ve ona dair umutlarımız hep diri kalacak.