Geriye Kalan
Öldükten sonra cesedimizi çürüten zaman, geride bırakılan anılara da acımıyor. Yazık ki eskinin yerine gelen bütün yeniler, eskiye dair olanları silip süpürmekle kalmıyor, varlık gerekçesini onu yok etmekte buluyor. Var olmak için kendisinden önceki çerçöpü gübreye çevirip o çürüyüşün içinden filizlenme alanı bulan bitkiler gibi insanlık tarihi sadece gövdelerin tarihi olsa, çürüme bu devingenliğin tek garantisi olurdu. Eğer hayat sadece bedensel karşılaşmalardan, acılardan, hazlardan, etki ve tepkilerden ibaret olsa, insandan geriye hiçbir şey kalmazdı. Gövdenin kendisi değil, onun üstündeki gölgedir zamanın dışına çıkma becerisi gösteren. Zamanın diş bilediği, söz geçiremediği, gerisinde kaldığı hatta… Neyse ki gövdenin içinde dolaşan bir ışık, nefesin arasına gizlenmiş bir rüzgar, cümlenin içine oturmuş bir ateş, tenin göğüne yerleşmiş bir mavi bulut var. Neyse ki gövdeden yükselen bir bilinç, o bilinci ayakta tutan bir ruh var ve oradan, sadece oradan çıkıyoruz zamanın dışına ve oradan, sadece oradan devam edecek yürüyüşümüz…
Kederler dahil edilse bile uykular, hastalıklar, dalgınlıklar, uyuşukluklar, kabalıklar, öfkeler, ağız dalaşları, kinler, nefretler çıkarıldığında hayattan geriye o kadar az şey kalıyor ki! Işıklı sabahlar, ağrısız zamanlar, dinç beyinler, hareketli düşünceler, coşkulu hissedişler, katıksız kavrayışlar, keskin sezişler, berrak seyredişler, sıcak sarılışlar hep genelin içine yerleştirilmiş özel, mutadın içinde zorla fark edilen istisnalardan ibaret kalıyor; tıpkı zamanın içindeki nokta, kabalığın içindeki nezaket, kalabalığın içindeki benlik, okyanusun içindeki damla gibi… Hüzün ve sevinç arasında gidip gelen insan hayatı mevsimlere benzeseydi eğer, güzden fırsat bulup bahar bir türlü görünmez, bulutlardan yol bulup güneş çok az başını dışarı çıkarabilirdi. Berrak anlar bulanık geçen zamanların istisnası değil mi? Karın içinde yükselen kardelen, yosunu yarıp geçen nilüfer… Üstelik hüzünden arta kalan sevinç, zamanın orasına burasına serpiştirilmiş bir daha hiç gelmeyecek taşlaşmış anılardan başka ne ki?.. Nereden bakarsak bakalım hayatın anlamı “bir büyük boşlukta dağılıp gidiyor” biz fark etmeden. Bir gövdeden dışarı baktığımız için bütün fark edişler fark edilenin gerisinde duruyor. Gövdeyi uyutan, zamanı unutan düşüncelerdir bizi çürümenin dışında tutan.
Zamanın içinden bakılan, zamana takılan bütün uzamlar sıkıcıdır. Zamana tabi bütün eylem biçimleri yorar bizi. Ne vakit unutsak zamanı ansızın hafiflik, değil mi? Düşlerin uykuya tabi oluşu ne tuhaf?.. Bununla birlikte, elden ne gelir ki? Zamanın haşarı çocuklarıyız biz. Derme çatma yaptığımız küçük gökyüzlerimiz var, anılardan oluşturduğumuz küçük hayatlarımız, küçük başlangıçlarımız, yol kavşaklarımız… Hepsini taşıyamıyor küçük bedenlerimiz, aldıklarımızın yerine bıraktıklarımız geçiyor; yeni bir gökyüzü, eskinin karşılığı olarak açıyor, yeni bir yol, geride hüzünle bıraktığımızın devamı olarak var, yeni bir hayat, eskiyi unutturarak… Her ışık, bir karanlık celladı ve her karanlık bir ışık katili… Böylece geçip gidiyor hayat, böylece bir daha gelmemek üzere çekip gidiyor geride kalanlar. Geriye kalanlarsa, elbet bir gün onlar da geride kalacak olanlar…
En uzun vakit hangisidir? Vakitlerin en uzayanı?.. Gecedir elbet. Geride kalmış olan henüz terk etmemiştir seni ve ileride olan ulaşmamıştır daha. Bu ikisi arasında uzar gider zaman. Gecedir, geceye aittir dalgınlıklarımız. Ve ölüm, hayatın gecesi ve hayat, ölümün… Sabahları geç uyanınca öğleyi uykulu geçiriyor insan. İkindileyin ufka yönelen güneşin hızı katlanarak artıyor öğleye göre. Ve ansızın akşam, sonra gece geliyor, bütün vakitleri yutarak... Güneşi yakalamak için sabahın erken vaktinde kalkmak, hissetmek için her saniyesine çentik atmak gerekiyor. Heyhat ki dalgınlıklarımız ne de çabuk elimizden alıyor sabahlarımızı, öğleye karıştırıyor, öğleyi ikindide eritip ışığı gecenin anısına dönüştürüyor ve parçası olduğumuz hayat, bir yönüyle seyircisi olduğumuz hayata dönüşüyor geceyle.
Toplumların hayatı da insanlarınkine benziyor... Parlak devirleri o kadar az, öylesine var ile yok arasında ki… İnsan, geriye dönüp baktığında, mensubu olduğu toplumun parlak devirleri neredeyse anımsanmayacak kadar az ve kısayken çoğu sönük geçen süreçlerin oldukça önemli bir kısmının acıların pençesinde, kaosun, karmaşanın, gölgesinde geçtiğini dehşetle fark ediyor. Yükseliş dönemleri hızlı geçiyor toplumların, evet, bütün güzel şeyler gibi, gençlik gibi… Bir de bakıyorsunuz birkaç yüzyılda dünyanın en büyük toplumu, en etkili devleti, en harika kurumları gözünüzün önünde, avucunuzun içinde. Kıymet bilseniz de bilmeseniz de geçip gidiyor işte... Önce duraklama, çöküş geliyor ardından. Zirve, öğle güneşi gibi ansızı geçip gidiyor ve düşüşler o kadar hızlıyken, öylesine uzayıp duruyor ki devletlerin bilincinde…
Belki insanlık tarihi de böyledir, gövdelerin tarihi... Başlangıçtan beri kitlesel refah ile kitlesel sefalet karşılaştırıldığında refahın, sefaletin ayrıntısı bile sayılamayacak kadar az olduğunu görmek ne hazindir. Belki tam da bu yüzden, ulusal tarihlerin ezici çoğunluğunu savaşların da içinde yer aldığı siyasi çekişmeler, çok az kısmını ise kültür ve sanata dair kısımlar almaktadır, gövdeye dair olanlar... Bilincin çiçeği olan kültür ve sanatın siyaset ve savaşı gerisinde bırakıp öne yerleştiği, başköşeyi alıp onları görünmezleştirdiği tek bir ulusal tarih yazımı var mıdır? Kendini, yıkma ve ötekini yok etme üzerine kurgulandıran siyaset ve onun yedeğine aldığı savaşın tarihin merkezine yerleşip kendini yapma ve ötekilerle birlikte varolma üzerine konumlandıran sanat ve edebiyatın kenar süsü gibi kıyıya itilmesi insana ve onun tarihine dair zaten ciddi bir tespiti içermiyor mu?..
Gövdeler mezara aittir, çürür. Savaşlar ve siyasal oluşumlar da öyledir, gelir, gider. Gövdeleri kışkırtan tarih, çürümeye mahkumdur. Geriye sadece bilinçlerin tarihi kalır. Beden ölür, ruh yaşamaya devam eder. Siyaset ölür, sanat ve edebiyat yaşar. Geride kalanlar gövdeye, savaşa, siyasete, güncel yaşam pratiklerine ait olduğu halde neden insanlar geriye kalan sanatı, edebiyatı ve özel ruh hallerini yüceltmiyor ki? Yoksa geride kalana karşı geriye kalanda, hüzne karşı sevinçte, ölüme karşı hayatta olduğu gibi sıradan insana karşı seçkin insan da mı istisna?..