Gençlik ve siyaset
“Ben soluk aldıkça, sesim çıktıkça, doğruluk önümde kötülenirken, onu savunamazsam günah işlemiş olurum. İyisi mi, elimden geldiği kadar savunayım doğruluğu.” (Platon-Devlet)
Tarihteki ilk yazılı destan olan Gilgameş’te şöyle bir bölüm
vardır. Kiş Kralı Agga, “Uruk, benim yönetim atına girecek!” diye haber gönderir.
Gilgameş ise hemen ordularını toplayıp savaşmak yerine önce halkına sormak
ister.
Evvela şehrin
yaşlılar meclisini toplar ve onlara durumu bildirir. “Savaşıp özgürlüğümüzü
vermeyelim mi yoksa boyun mu eğelim?” diye sorar. Yaşlılar; “Aman” der.
“Savaşıp öleceğimize onun yönetimine girelim ondan iyi.”
Demek ki ölüm yaklaştıkça yaşlılar, ölümden daha fazla
korkuyor ve mücadele etmek yerine boyun eğmeyi tercih ediyorlar.
Gilgameş sonra
gençler meclisine sorar. Gençler ise hiç düşünmeden; “ Ölsek bile savaşalım,
özgürlüğümüzü vermek yerine ölmeyi tercih ederiz” derler.
Gençlik işte böyle bir şeydir dostlar. Tarihin her döneminde
heyecanlı ve özgürlüklerine düşkün olmuşlardır. Bu yüzden yetişkinler, vaktiyle
gerçekleştiremedikleri amaçlarını hep gençlerin omuzlarına yüklemeyi marifet
bilmişlerdir.
Bu bakımdan siyasetçiler, “Gençler gelecektir” ya da “geleceği gençlerimiz inşa edecek”
türünden ifadelerle gençlere sürekli yeni sorumluluklar yükler.
Her dönem yetişkinlerin kendine göre bir gençlik tasavvuru
olmuştur. Nedense hiçbiri de tutturamamıştır. Tutturamadıklarında da “gençlik elden gidiyor” diyerek feryat etmeye
başlarlar.
Oysa kim, “gençlik
gelecektir” diyorsa bilin ki onun gençler üzerinde bir hesabı vardır. Yapılması
gereken gençlere bugün yani yaşadıkları tarih itibariyle değer kıymet
verilmesidir.
Bugün okullar, gençlerin gerisinden gelmekte ve onlar artık
okullarda değil sosyal medya, TV, Netfilix ve internet üzerinden de
sosyalleşmektedirler.
Bu gençleri artık “dindar nesil” etiketi altında bir
değişime uğratmak bir hayli zor. Hatırlarsınız bir yazımda Prof. Dr. İhsan
Fazlıoğlu’nun tanık olduğu bir hadiseyi yazmıştım.
“15 Temmuz’dan bu yana benim odama 17 tane başörtülü deist
bile değil tanrı tanımaz öğrenci gelip benimle bu konuları konuştular” diyordu
hoca.
Ve şu önemli uyarıyı yapıyordu; “Dini temsil makamındaki insanların bu durumu sürdüğü müddetçe 10 yıl
sonra neslimiz bizimle kavga edecek. Bu dinin bir faydası olsa babama anneme
olurdu diyecekler.”
Nedeni ortada diyordu; “Bugün Türkiye’de Müslümanca inanıyor, Katolikçe düşünüyor ve Protestonca
yaşıyoruz.” Yani üç kişilikli bir durum bu.
Eğitim sistemi, emperyalizmin istediği doğrultuda yeni
kişilikler imal ettiği ölçüde bu durum değişmeyecektir.
Diğer taraftan gençler, ağabeylerinden güçlü ve nüfuzlu
olmayı da öğreniyor. Bunun yegâne yolunun siyasetten geçtiğini pekâlâ
öğrendiler artık.
Bu yüzdendir ki güçlü
bir siyasi figürle aynı karede yer almak onlar için bulunmaz fırsatların
aralandığı bir kapı demek.
Bunu şu ya da bu parti için demiyorum. Hemen hemen hepsi
gençlere bu noktada kötü örnek oluyor. Bir
parti 1946 yılların kafasıyla kara önlük giyip andımız okumak suretiyle
gençlere örnek olduğunu düşünebiliyor mesela!
Bugünlerde muhalif gazeteler; “Uyuşturucu kullanan AKP’li Kürşat’ın yeni görüntüleri ortaya çıktı”
şeklinde günde en az üç beş tane haber yapıyor. Mal bulmuş mağribi gibi bu hadiseyi
köpürttükçe köpürtüyor ancak bunun sadece AK Parti ile sınırlı olmadığını
kendileri de biliyor olmalı.
Siyasetin böyle hadiseler üzerinden beslenmesi ayrıca vahim
bir durum. Kaldı ki kim olursa olsun insanların
özel hayatı ile yakından ilgilenmek ve bunu kendisine meze yapmak, siyasi
şantaja çevirmek klasik bir FETÖ taktiğidir.
Beni asıl ilgilendiren hadise ise -şayet kendisi yazdıysa- Kürşat’ın
mektubunda ifade ettiği bir hakikattir. Diyor ki; “Daha fazla nüfuz sahibi
olma, olduğundan farklı görünme çabasıyla gücün yanında görünme, hükümetteki
güçlü insanlarla fotoğraf vererek kendime yeni kapılar açma düşüncesi beni her
gün bir başka yanlışa sürükledi...”
Evet, asıl kafa
yorulması gereken husus burasıdır. Bu gençleri güçlü olmanın ve yeni kapılar
açmanın yolunun bir fotoğraf karesine girebilmekten geçtiğine inandıran şey
nedir?