Gelenler, gidenler!..
SICAKLIK kırk dereceydi…
Güneş
ışınları kızdırılmış iğneler gibi enseme, kollarıma ve başıma batıyordu…
Dinlenmek
için İzmir Karşıyaka’daki Bostanlı
Beşikçioğlu Camii’nin avlusunda oturdum. Ezanın okunmasına bir saatten
fazla bir zaman vardı. Kısa süre sonra avlunun arka merdivenlerinden cenaze
getirdiler ve musallanın üzerine koydular.
Avlu cenaze
yakınlarıyla dolmaya ve ben de oturduğum yerden onları dikkatle izlemeye
başladım.
Geldiler…
Geldiler,
yapmacık hüzünlerle…
Geldiler,
ikişer parmak kapattıkları saçları, makyajları ve adeta ev hali kıyafetleriyle…
Geldiler, dil ucundaki eğreti taziyelerle...
Geldiler,
ölümün arkasındaki hakikati görmemek için kalın ve koyu gözlüklerle...
Geldiler,
okunmaya başlanan Kur’an-ı dinlemeden-işitmeden…
Geldiler,
dünya sanki kendi yörüngesinde ani bir fren yapmış ve bir kişi boşluğa fırlamışçasına
ve hiç ölüm yokmuşçasına; ilk ve son ölüm garantisiyle…
Gençler
umursamaz, belki de zorla getirilmişlerdi. Kafalarında oyunları ve iki de bir
bakmak istedikleri telefonlarıydı. Gelenlerin, başınız sağ olsun, demelerine,
kerhen sağ ol demeler... Koyu gözlükler adeta gürültülü kafaların röntgeni
olmuştu.
Alacaklarının-vereceklerinin
ve gidecekleri âlemlerin-eğlencelerin ve de ölümsüzlüğün tadını nasıl
çıkartırımın görüntüsü gözlük camlarına düşmüş gibiydi...
Bunu, her
halleri ele veriyordu.
Duruşları,
çok gürültülü bakışları ve aralarında hiç durmadan uğultulu konuşmaları, açık
bacaklı ve kollu kadınların ön safların yakınına kadar sokulup, namaz esnasında
bile konuşmayı kesmemeleri, erkeklerin vakit ve cenaze namazını kılmayışları
her şeylerinin, hayat felsefelerinin özeti olmuştu…
Namazı
cemaat kılmış, pozu onlar kesmişti...
Musalladaki
cenaze onlardan diri ve hal lisanı ile ayaktaki cenazelere şunu der gibiydi:
“Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok.”
Cenaze için
Fatihayı okuyup, yola koyulurken, yüreğimi ferahlatan başka cenazeleri ve
gelenleri düşünmeye başladım…
Başka şekilde gelenler de var!
Telefonlardan,
gruplardan aldıkları vefat haberleriyle geldiler…
Geldiler,
dağıtılan hatimleri okuyarak, rahmetliyi hayırla ve güzel hatıralar ile anarak…
Geldiler, yüreklerine oturan hüznün tazyiki ile Kur’an okuyarak, dua ederek…
Geldiler,
ölüm hakikatini kavramış ve yeniden dirilişe inanmış, gereği ne ise ona göre
yaşamış ve de Bediüzzaman’ın şu muhteşem tespitini kafadan çıkarmamış şekilde.
“Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena
değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf
değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir
terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine
bir sevkiyattır.”
Geldiler,
her şeyin usulünü bildikleri gibi cami adabını bilerek, zaruri olmadıkça
konuşmadan sadece yaradılış hakikatini anlatan Kur’an-ı dinleyerek ve
rahmetliye muhabbetle dua ederek…
Geldiler,
kıyafeti namaz kıyafeti, hüzünleri bir dava arkadaşından, bir dosttan ve
Allah’ın emaneti bir yakından geçici olarak ayrı kalmanın isyansız hüznü ve
pırıl pırıl gözyaşlarıyla…
Geldiler
Allah’ın emrine uyup, namazı ve cenaze namazını huşu
içinde kıldılar…
Gidenlerin
ne olduğunu bilemeyiz ama gelenlerin yüzleri, duruşları, bakışları, buranın mı
yoksa aydınlık ve huzur dolu ebedi âlemlerin insanı mı olduklarını, ne kadar
ciddi bir Müslüman olduklarını ele veriyor, duruşlarından anlaşılıyor: Kur’an-ı Kerim okuyup, dua ederek geldiler,
hem vaktin namazını hem de cenaze namazını kılıp adam gibi kabristana gittiler…