Dolar (USD)
34.49
Euro (EUR)
36.26
Gram Altın
2960.52
BIST 100
9367.77
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
13 Aralık 2022

Geçmiş üzerinden suni gündem üretmek

MAKSAT üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca, mevcut yasalar nazarında suç teşkil eden birtakım olaylar istismar edilerek onlar üzerinden dinimize saldırılmaktadır. Toplumda kimi zaman görülen marjinal ve kriminal olaylar üzerinden bütün Müslümanlar potansiyel suçluymuş ya da suçluyu savunuyormuş yaftasıyla baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. Oysa genelleme yaparak masum insanları suçlamak çok büyük bir haksızlıktır. Ama söz konusu Müslümanlar olduğunda bu aleyhte algı hemen devreye sokuluyor. İnsaflı olmak gerekirse bugün dünyada iki milyara yakın Müslüman var. Bunların da pek çoğu madden ve manen geri kalmış, bir şekilde hayata tutunmaya çalışan garibanlardan oluşuyor. Müslümanların bir tek Kitabı ve bir tek Peygamberi var ama her toplumun bilgisi, görgüsü, algısı ve alışkanlıkları bir değil.

İnsanı tanımak gerek

İnsanı yaşatmak için önce onu tanımak gerekir. Sömürge devletlerinin yaptığı gibi, insanı kendisi olmaktan çıkararak hayatta bırakmak, onu yaşatmak değildir. Yaşatmak, onun özündeki güzelliği ön plana çıkarmak ve insanlığa faydalı muttaki bir kul yapmakla sağlanır. İslam’ın ana gayesi insanı yaşatmaktır. Ama bu görüldüğü kadar da kolay bir iş değildir. İslam da ilk defa öyle bir topluma gelmiştir ki; bu toplum özünde doğrusu ve yanlışları olan bir toplumdur. Bu toplum kabilecilik üzerine hayatını idame ettiren, tarihî alışkanlıkları olan, gündelik yaşayıp karnını gündelik doyuran ve doğru düzgün okuması olmayan bir cahiliye toplumudur. Bu toplumun yaşam mücadelesi içerisinde çoğu kez kız çocukları maddi bir külfet olarak algılanmış, kadın ise itilip kakılmıştır.

İşte İslam ilk önce böyle bir toplum içerisinde doğmuş, aşamalı olarak onları ıslah ederek eşkıyalıktan esfiyalık (salih kul) seviyesine çıkarmıştır. Bin dört yüz yıllık süreçte İslam ile ilk defa tanışan her bir fert ya da toplum için bu durum aynen geçerli olmuştur. İslam kültür ve medeniyeti de güzelliğini, evrenselliğini ve ebediliğini, toplulukların hususiyetlerine göre genel ya da özel hükümler geliştirmesine borçludur.

İslam hukukçuları içinde doğdukları toplulukların farklı özelliklerini dikkate alarak onların nasıl İslam dairesinde kalacaklarının çözümünü üretmeye çalışan müstesna kişilerdir. Buna göre her bir İslam hukukçusu kendi çağının ve içinde yaşadığı toplumun sorunlarına çözüm üreten kişidir. Elbette bu süreçte kimi problemler kökten çözülürken, kimi yanlış uygulamalar tamamen ortadan kaldırılamamış ama ıslah edilerek mümkün olan en iyi şartlarla devamı sağlanmaya çalışılmıştır.

Hedef tahtası yapmak zulümdür

Öyleyse tarihin herhangi bir yerinde ve zaman diliminde özel ya da bölgesel düzlemde yaşanmış olayları genelleştirerek bütün Müslümanları hedef tahtasına yerleştirmek en büyük zulüm olacaktır. Devasa bir tarihin pek çok doğruları olduğu gibi kimi yanlışları da olacaktır. İnsanı melekten ayıran da bazen hata yapması ama akıllı ise tövbe edip kulluğa devam etmesidir.

Bugünlerde çokça gündemde olan ve günümüz şartlarında asla tasvip edilemeyecek olan küçük yaşlarda evlilik de bunlar arasındadır. Elbette Kuran’da küçük çocukları evlendirin diye bir emir veya tavsiye yoktur. Evlenme yaşı ile ilgili İslam âlimleri arasında bir fikir birliği olmasa da kimi âlimlere göre yine de buluğ yaşından evvel evlilik yapılamaz. Fakat erken yaşta evlilikle ilgili o dönemin Arap toplumunda kimsenin garipsemediği böyle bir uygulama da vardır. Bunun doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana vakıa şu ki, din ne derse desin toplumlar yerleşik davranışlarından vazgeçmeksizin kendi haksız ya da yanlış uygulamalarını meşru gösterme çabasına giriyor. Bunun en tipik örneklerinden birisi de erken yaşta çocukların evlendirilmesi hadisesidir.

Arap örfündeki durum

Dönemin Arap örfünde aradaki yaş farkına dahi bakılmaksızın sıradan bir uygulama olan bu husus, bizim toplumun geleneğinde hiçbir zaman gündem olmamış, tasvip de edilmemiştir. Öyleyse evlilikle ilgili pek çok uygulamanın kaynağı nas değil, örftür. Peki, bugün biz erken yaşta evlilik hadisesine nasıl bakacağız? Birkaç kelam da bununla ilgili edelim.

Peşinen kabul edelim ki, biz Müslümanız ve amacımız tarihi olarak cereyan eden bir hadiseyi anlamaya çalışmak. Ayrıca geçmişte var olan bir evlilik örfünün günümüz için bir anlam ifade edip etmediğini tespit etmektir.

Çocuk her halükârda gözümüzün nuru, Cenab-ı Allah’ın emanetidir. O’nun emanetine hiçbir kulun sahip çıkmama veya ona ihanet etme hakkı olamaz. Çünkü çocuk masumdur, başkasının şefkatine muhtaçtır. Onun bedenini de malını da korumak mecburidir. Bu mecburiyet önce ailesine, onların yokluğunda ise başta akrabaları olmak üzere tüm topluma/devlete vazifedir.

Hz. Peygamberimizin dönemi

Ancak çocuk kime denir? Bu sorunun tarihte tek bir cevabı olmadığı gibi, belli bir standardı da yoktur. Çocukluk yaşını ve dönemini her toplum kendine göre belirlemiştir. Geçmişte çocukluk doğumdan başlayıp, ergenlik (buluğ) çağına kadar olan dönemi kapsamakta iken, daha sonraları bununla ilgili değişik uygulamalar devreye sokulmuştur. Bu nedenle eski devirlerde hatta Hz. Peygamberimiz döneminde kızlarla erken yaşlarında iken yapılan evlilikler, bugünden geriye gidildiğinde elbette çocuk evliliği olarak nitelendirilirken, o dönem insanlarına göre buluğ çağına erişmiş bir kız (9 ila 12 yaş aralığında) ergen sayıldığından, onlarla yapılan evlilikler bir çocuk evliliği değil, yetişkin evliliği kabul ediliyordu.

Evlilikle ilgili tartışmalı yaşlarda nedense akla hep Hz. Peygamberimiz ve sahabeler dönemi gelse de yakın tarih dâhil bütün asırlar içerisinde hatta günümüzde bile erken yaş evliliklerine şahit olunmaktadır. Bu durum medeni kanuna göre elbette suçtur ve tarafımızca da hiçbir şekilde tasvip edilmemektedir. Hukukî durum bu olmasına rağmen, toplumdaki fiili uygulamalar da meydandadır. Öyleyse hukukî düzenlemeler her zaman toplumsal uygulamaları engelleyici bir fonksiyona sahip olamamakta, kimi zaman toplumun gelenekleri karşısında aciz kalmaktadır.

Objektif ölçüler belirlenmiştir

Günümüz modern dünyasında çocuğun hem yaş hem de statü bakımından tanımı daha objektif ölçülerle belirlenmiştir. Buna göre genellikle on sekiz yaş altı kesimler çocuk olarak kabul edilerek bunların hakları hukuken daha bir sıkı korunur. Bunlara yönelik işlenen suçlar ise yetişkinlere yönelik olanlara göre daha ağır cezalandırılır. Hal böyle iken çocuklara yönelik herhangi bir suç eyleminin ispatı ise daha zordur. Bu nedenle çocuklar bir şekilde bedensel veya cinsel şiddete maruz kaldıklarında, bu suçun tespit ya da ispatındaki güçlükler sebebiyle ağır travmalar meydana gelmektedir.

Biz geçmişte yapılan küçük yaştaki evlilikleri o toplumların örfü olarak değerlendirdiğimize göre, hemen şu hususu açıklığa kavuşturmamız gerekir: İslam hukukunda örfün dikkate alınması için hâlihazırda o örfün geçerliliğini yitirmemiş olması, İslam’ın genel hükümlerine aykırı olmaması ve tarafların açık iradeleri ile reddedilmemiş olması gerekir. Günümüzde böyle bir örf en azından bizim toplumumuzda devam etmediği gibi, erken yaşlarda evlilik kanunen de suç sayıldığı için burada kişi iradesi ve rızasına da bakılamaz. Kaldı ki Hanefi ulemasınca hazırlanan ve Osmanlı Devleti’nde belli bir süre yürürlükte olan hukuk-ı aile kararnamesinin 7. Maddesinde açık bir şekilde buluğ çağından önce hiçbir kimsenin evlendirilemeyeceği beyan edilir. Bu açık hükme rağmen fıkıh kitaplarında yer alan doktrin veya hükümlerden yola çıkarak küçüklerin evlendirilmesine yol aramak, dini kendi istek ve arzularına alet etmekten başka bir anlam taşımayacaktır. Kaldı ki günümüz dünyasında kişisel sorumlulukların ve hayata atılmanın sınır yaşları oldukça yukarılara taşınmış; adeta hayatın rüşt yaşları tespit edilemez bir hal almıştır. Netice itibarıyla kadını ve erkeği hak kaybına uğratmaksızın ve yasal bir engel de olmaksızın evliliği kolaylaştırmak, hatta teşvik etmek esastır. Ancak ortada herhangi bir aile bilinci gelişmeden, taraflar örfen ve hukuken sorumluluk alacak bir olgunluğa erişmeden onları evlendirmek ne adına olursa olsun kabul edilemez. Kaldı ki dinimiz açısından da böyle bir evlilik ne ihtiyaç ne de maslahattır. Tarihi uygulamaları ise gerek teorik tartışmalar gerekse uygulamalı hükümler şeklinde gündeme taşımak İslam’a ve Müslümanlara zarar getirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye

Öyleyse sözü, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin bir ana kaidesini zikrederek bitirelim. Bu madde her ne kadar başka bir bağlamda ele alınıp konumuzla doğrudan alakalı olmasa da, geçmişte var olan ve günümüzde de benzerleri tekrar eden meseleleri anlama noktasında farklı bir bakış açısıyla yorumlandığında da büyük faydalar sağlayacaktır: “Kadim kıdemi üzere terk olunur, (Mecelle mad. 6).” Yani geçmişte olan şeyler kendi şartları içerisinde değerlendirilir. Neticede geçmişteki örfe dayalı hükümler bugünün örfü/kanunlarına göre yeniden gözden geçirilir.