Geçmiş üzerinden suni gündem üretmek
MAKSAT üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca, mevcut yasalar nazarında suç teşkil eden birtakım olaylar istismar edilerek onlar üzerinden dinimize saldırılmaktadır. Toplumda kimi zaman görülen marjinal ve kriminal olaylar üzerinden bütün Müslümanlar potansiyel suçluymuş ya da suçluyu savunuyormuş yaftasıyla baskı altına alınmaya çalışılmaktadır. Oysa genelleme yaparak masum insanları suçlamak çok büyük bir haksızlıktır. Ama söz konusu Müslümanlar olduğunda bu aleyhte algı hemen devreye sokuluyor. İnsaflı olmak gerekirse bugün dünyada iki milyara yakın Müslüman var. Bunların da pek çoğu madden ve manen geri kalmış, bir şekilde hayata tutunmaya çalışan garibanlardan oluşuyor. Müslümanların bir tek Kitabı ve bir tek Peygamberi var ama her toplumun bilgisi, görgüsü, algısı ve alışkanlıkları bir değil.
İnsanı tanımak gerek
İnsanı
yaşatmak için önce onu tanımak gerekir. Sömürge devletlerinin yaptığı gibi,
insanı kendisi olmaktan çıkararak hayatta bırakmak, onu yaşatmak değildir. Yaşatmak,
onun özündeki güzelliği ön plana çıkarmak ve insanlığa faydalı muttaki bir kul
yapmakla sağlanır. İslam’ın ana gayesi insanı yaşatmaktır. Ama bu görüldüğü
kadar da kolay bir iş değildir. İslam da ilk defa öyle bir topluma gelmiştir
ki; bu toplum özünde doğrusu ve yanlışları olan bir toplumdur. Bu toplum kabilecilik
üzerine hayatını idame ettiren, tarihî alışkanlıkları olan, gündelik yaşayıp
karnını gündelik doyuran ve doğru düzgün okuması olmayan bir cahiliye
toplumudur. Bu toplumun yaşam mücadelesi içerisinde çoğu kez kız çocukları
maddi bir külfet olarak algılanmış, kadın ise itilip kakılmıştır.
İşte
İslam ilk önce böyle bir toplum içerisinde doğmuş, aşamalı olarak onları ıslah
ederek eşkıyalıktan esfiyalık (salih kul) seviyesine çıkarmıştır. Bin dört yüz
yıllık süreçte İslam ile ilk defa tanışan her bir fert ya da toplum için bu
durum aynen geçerli olmuştur. İslam kültür ve medeniyeti de güzelliğini,
evrenselliğini ve ebediliğini, toplulukların hususiyetlerine göre genel ya da
özel hükümler geliştirmesine borçludur.
İslam
hukukçuları içinde doğdukları toplulukların farklı özelliklerini dikkate alarak
onların nasıl İslam dairesinde kalacaklarının çözümünü üretmeye çalışan
müstesna kişilerdir. Buna göre her bir İslam hukukçusu kendi çağının ve içinde
yaşadığı toplumun sorunlarına çözüm üreten kişidir. Elbette bu süreçte kimi
problemler kökten çözülürken, kimi yanlış uygulamalar tamamen ortadan
kaldırılamamış ama ıslah edilerek mümkün olan en iyi şartlarla devamı
sağlanmaya çalışılmıştır.
Hedef tahtası yapmak zulümdür
Öyleyse
tarihin herhangi bir yerinde ve zaman diliminde özel ya da bölgesel düzlemde
yaşanmış olayları genelleştirerek bütün Müslümanları hedef tahtasına
yerleştirmek en büyük zulüm olacaktır. Devasa bir tarihin pek çok doğruları
olduğu gibi kimi yanlışları da olacaktır. İnsanı melekten ayıran da bazen hata
yapması ama akıllı ise tövbe edip kulluğa devam etmesidir.
Bugünlerde
çokça gündemde olan ve günümüz şartlarında asla tasvip edilemeyecek olan küçük
yaşlarda evlilik de bunlar arasındadır. Elbette Kuran’da küçük çocukları
evlendirin diye bir emir veya tavsiye yoktur. Evlenme yaşı ile ilgili İslam
âlimleri arasında bir fikir birliği olmasa da kimi âlimlere göre yine de buluğ
yaşından evvel evlilik yapılamaz. Fakat erken yaşta evlilikle ilgili o dönemin
Arap toplumunda kimsenin garipsemediği böyle bir uygulama da vardır. Bunun
doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana vakıa şu ki, din ne derse desin toplumlar yerleşik
davranışlarından vazgeçmeksizin kendi haksız ya da yanlış uygulamalarını meşru
gösterme çabasına giriyor. Bunun en tipik örneklerinden birisi de erken yaşta
çocukların evlendirilmesi hadisesidir.
Arap örfündeki durum
Dönemin
Arap örfünde aradaki yaş farkına dahi bakılmaksızın sıradan bir uygulama olan
bu husus, bizim toplumun geleneğinde hiçbir zaman gündem olmamış, tasvip de
edilmemiştir. Öyleyse evlilikle ilgili pek çok uygulamanın kaynağı nas değil,
örftür. Peki, bugün biz erken yaşta evlilik hadisesine nasıl bakacağız? Birkaç
kelam da bununla ilgili edelim.
Peşinen
kabul edelim ki, biz Müslümanız ve amacımız tarihi olarak cereyan eden bir
hadiseyi anlamaya çalışmak. Ayrıca geçmişte var olan bir evlilik örfünün
günümüz için bir anlam ifade edip etmediğini tespit etmektir.
Çocuk
her halükârda gözümüzün nuru, Cenab-ı Allah’ın emanetidir. O’nun emanetine
hiçbir kulun sahip çıkmama veya ona ihanet etme hakkı olamaz. Çünkü çocuk
masumdur, başkasının şefkatine muhtaçtır. Onun bedenini de malını da korumak
mecburidir. Bu mecburiyet önce ailesine, onların yokluğunda ise başta
akrabaları olmak üzere tüm topluma/devlete vazifedir.
Hz. Peygamberimizin dönemi
Ancak
çocuk kime denir? Bu sorunun tarihte tek bir cevabı olmadığı gibi, belli bir
standardı da yoktur. Çocukluk yaşını ve dönemini her toplum kendine göre
belirlemiştir. Geçmişte çocukluk doğumdan başlayıp, ergenlik (buluğ) çağına
kadar olan dönemi kapsamakta iken, daha sonraları bununla ilgili değişik uygulamalar
devreye sokulmuştur. Bu nedenle eski devirlerde hatta Hz. Peygamberimiz
döneminde kızlarla erken yaşlarında iken yapılan evlilikler, bugünden geriye
gidildiğinde elbette çocuk evliliği olarak nitelendirilirken, o dönem
insanlarına göre buluğ çağına erişmiş bir kız (9 ila 12 yaş aralığında) ergen
sayıldığından, onlarla yapılan evlilikler bir çocuk evliliği değil, yetişkin
evliliği kabul ediliyordu.
Evlilikle
ilgili tartışmalı yaşlarda nedense akla hep Hz. Peygamberimiz ve sahabeler
dönemi gelse de yakın tarih dâhil bütün asırlar içerisinde hatta günümüzde bile
erken yaş evliliklerine şahit olunmaktadır. Bu durum medeni kanuna göre elbette
suçtur ve tarafımızca da hiçbir şekilde tasvip edilmemektedir. Hukukî durum bu
olmasına rağmen, toplumdaki fiili uygulamalar da meydandadır. Öyleyse hukukî
düzenlemeler her zaman toplumsal uygulamaları engelleyici bir fonksiyona sahip
olamamakta, kimi zaman toplumun gelenekleri karşısında aciz kalmaktadır.
Objektif ölçüler belirlenmiştir
Günümüz
modern dünyasında çocuğun hem yaş hem de statü bakımından tanımı daha objektif
ölçülerle belirlenmiştir. Buna göre genellikle on sekiz yaş altı kesimler çocuk
olarak kabul edilerek bunların hakları hukuken daha bir sıkı korunur. Bunlara
yönelik işlenen suçlar ise yetişkinlere yönelik olanlara göre daha ağır
cezalandırılır. Hal böyle iken çocuklara yönelik herhangi bir suç eyleminin
ispatı ise daha zordur. Bu nedenle çocuklar bir şekilde bedensel veya cinsel
şiddete maruz kaldıklarında, bu suçun tespit ya da ispatındaki güçlükler
sebebiyle ağır travmalar meydana gelmektedir.
Biz
geçmişte yapılan küçük yaştaki evlilikleri o toplumların örfü olarak
değerlendirdiğimize göre, hemen şu hususu açıklığa kavuşturmamız gerekir: İslam
hukukunda örfün dikkate alınması için hâlihazırda o örfün geçerliliğini
yitirmemiş olması, İslam’ın genel hükümlerine aykırı olmaması ve tarafların
açık iradeleri ile reddedilmemiş olması gerekir. Günümüzde böyle bir örf en
azından bizim toplumumuzda devam etmediği gibi, erken yaşlarda evlilik kanunen
de suç sayıldığı için burada kişi iradesi ve rızasına da bakılamaz. Kaldı ki
Hanefi ulemasınca hazırlanan ve Osmanlı Devleti’nde belli bir süre yürürlükte
olan hukuk-ı aile kararnamesinin 7. Maddesinde açık bir şekilde buluğ çağından
önce hiçbir kimsenin evlendirilemeyeceği beyan edilir. Bu açık hükme rağmen
fıkıh kitaplarında yer alan doktrin veya hükümlerden yola çıkarak küçüklerin
evlendirilmesine yol aramak, dini kendi istek ve arzularına alet etmekten başka
bir anlam taşımayacaktır. Kaldı ki günümüz dünyasında kişisel sorumlulukların
ve hayata atılmanın sınır yaşları oldukça yukarılara taşınmış; adeta hayatın
rüşt yaşları tespit edilemez bir hal almıştır. Netice itibarıyla kadını ve
erkeği hak kaybına uğratmaksızın ve yasal bir engel de olmaksızın evliliği
kolaylaştırmak, hatta teşvik etmek esastır. Ancak ortada herhangi bir aile
bilinci gelişmeden, taraflar örfen ve hukuken sorumluluk alacak bir olgunluğa
erişmeden onları evlendirmek ne adına olursa olsun kabul edilemez. Kaldı ki
dinimiz açısından da böyle bir evlilik ne ihtiyaç ne de maslahattır. Tarihi
uygulamaları ise gerek teorik tartışmalar gerekse uygulamalı hükümler şeklinde
gündeme taşımak İslam’a ve Müslümanlara zarar getirmekten başka bir işe
yaramayacaktır.
Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye
Öyleyse
sözü, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin bir ana kaidesini zikrederek bitirelim. Bu
madde her ne kadar başka bir bağlamda ele alınıp konumuzla doğrudan alakalı
olmasa da, geçmişte var olan ve günümüzde de benzerleri tekrar eden meseleleri
anlama noktasında farklı bir bakış açısıyla yorumlandığında da büyük faydalar
sağlayacaktır: “Kadim kıdemi üzere terk olunur, (Mecelle mad. 6).” Yani
geçmişte olan şeyler kendi şartları içerisinde değerlendirilir. Neticede
geçmişteki örfe dayalı hükümler bugünün örfü/kanunlarına göre yeniden gözden
geçirilir.