Gecikmiş Mihriban…
Yalancı ve kişiliksiz siyasetçilerin ortalığı toz duman etmesine, hepimizin canını sıkmasına ne yazayım diye düşünürken, arkadaşım “Ruhumda Sızı” Türküsünü dinlemem için bana attı. Önce onu dinledim, sonra Mihriban türküsüne denk geldim. Yeri gelmişken, Mihriban türküsü için, Allah’ın rahmetine kavuşmuş Abdurrahim Karakoç ve usta sanatçı Musa Eroğlu’na gönül dolusu teşekkürlerimi bir borç bilirim. Uzun süredir kaleme almayı düşündüğüm Mihriban yazısına vesile olan arkadaşıma da ayrıca teşekkürler… Gelelim Mihriban türküsünün bendeki anısına:
Çok sevdiğim, can dostum, Enver ağabeyime gitmek için, Beşiktaş’tan Üsküdar’a motora bindim. Hafif bir sis ve yağmur vardı. Boğaz bizden sorulur dercesine racon kesen motorun sesi ile karşıdaki ışıklara yaklaşıyorduk… Biz Üsküdar’a varmadan, oradan bir ses bize ulaşmış ve beni yerimde duramaz etmişti. Aman Allah’ım o ne güzel bir söz ve ne güzel bir nağme… Melodi güzel, sözler ise sallanarak gittiğimiz tekneye beni adeta çivilemişti. Şimdi sallanan İstanbul ve boğaz, ben ise kalakalmıştım... Türkünün beni mest eden duyduğum ilk kısmı ise şu idi.“Lambada titreyen alev üşüyor”
Tekne iskeleye yanaştı, ilk inen ben olmuştum, acelem vardı; türkü bitmeden çalınan yere varmalıydım. Ses bir büfeden geliyordu, yaklaşıp selam verdim ve sordum:
“ Kardeşim bu türkü yeni mi ve ismi nedir” Büfe çalışanı ketçapı sallayıp, sandviçe boca ederken:
“ Oooo!.. Sen yenimi duyuyorsun birader? Bu Mihriban türküsüdür, ortalığı yıkıyor!”
“ Valla ben yeni duydum! ” dedim. Büfeden uzaklaşıp, türkünün aklımda kalan kısmını içimden tekrarlayarak Enver ağabeyimin evine yola koyuldum...
Sevdalar alevi bile üşütüyor. Alev üşüdüğünde, kar ve buz ise hararet yaptığında, demek orada bir sevda vardır… Sevda için hiçbir zaman iki kere iki dört etmez ki. Sevdanın kendi doğruları, kendi kuralları vardır… Sevda geceyi gündüze, gündüzü ise geceye çevirir. Gerçek sevda dışarıya değil, içeriye konuşur; sessizliği hep edebindendir... Sevdanın sözcükleri satırlar olur, resimler olur, melodi olur… Asıl hedefi O’na ulaşmak değil, içindeki O’na ulaşarak, için için yanarak titrek bir alev olmaktır… Sevda hovarda takılmaz; dalgalara, kuş seslerine, ayna olan çiçeğe, böceğe, yağmur seslerine takılır... Sevda vazifeleri hatırlatır, içeride dülgerler çalışarak, dışa doğru adam eder... Sevda başı dik gururla yürütmez; tevazu öğretir, incelik öğretir, mazlumun sesini işittirir, mağdura el uzattırır… Sevda hayvani duyguları hiç kabullenmez! Sevda alevi üşüttüğünde, çoktan yürek kavrulmuş, hasretin adım atacak takati kalmamıştır. Alevlerin üşüdüğünü görmek ve böyle bir türkünün ortaya çıkması için bir yürekte değirmen taşının dönmesi lazım; kelimelerin işlenmesi, törpülenmesi lazım…
Neden etkilemişti beni bu Türkü? ‘Ruhumda sızı’ olduğu için miydi? Dayımın oğlunun hunharca katledilmesi veya doksanlı yılların Türkiye’sinin her yanından acı aktığı için miydi? Ama öyle, ama böyle; eski Türkiye her insanda bir yara açmıştır ve Anadolu insanının bir yanını hep düşük bırakmıştır. Öyle olunca da, her insanın söylenmedik bir acısına Türküler tercüman oluvermiş... İdeolojileri değil; hakikatleri, türküleri dinlemek lazım. Yürek konuşmayınca öfke konuşur, yüreğe bağlı olmayan dil ve kalem ise hep lanet konuşur...
Hafif bir yağmurlu İstanbul akşamında, Üsküdar’da çalan bir türkü sanki Avrupa yakasının yakasından tutmuş, aşksız yaşanmaz der gibiydi. İzmir’den gel ve ilk burada işit “Lambada titreyen alev üşüyor” Vay anam vay; lambada titrek bir alev! İnsan özelliği taşıyan kişilerde yürek lamba ve içindeki hasretleri, sevdaları ise titrek bir alev… Yürekler konuşunca ne güzel konuşur... Yürek konuşunca, ortaya ne güzel şeyler çıkar; hat sanatı ahşap ve taş oymacılığı, şiir, hikaye, roman güzel bir duvar, kubbe, minare, köprü vs. Yüreği konuşan insanın aşı bile güzel oluyor. İstanbul’un orijinal siluetine bakınca da bir zamanlar ne güzel yürekler konuştuğu ortaya çıkıyor.
Dertleşircesine bağırmadan okunan bu türkü o zamanlar bana bunları düşündürmüş ve bunları da Enver ağabeyimle paylaşmıştım ve sonraki günlerde Mihriban türküsünü de… Millet olarak, bağırmayan ve sazın tellerine sancı çektiren, yaşanmış türküleri çok severiz… Özellikle Mihriban türküsü yeni bir çığır açtı. Şimdi ses ve gösteriş yarışı olmadan ve içeriği yüklü çok türküler var. Evet, dilerim ki sadece hakikatler ve türküler konuşsun ve herkesin yüreğinde Mihriban’ı tertemiz kalsın.
Not: Siz değerli okuyucularımdan, uzun bir süredir hasta olan Enver ağabeyime ve tüm hastalara Allah’tan şifa için dualarınızı rica ediyorum selamlar…