Gecikmiş karşılaşmalar
Gecikmiş karşılaşmaların insanı üzen, buruk bir tarafı var. Hiç karşılaşmamaktan iyi dersin, ama neden şimdi? Önce değil veya hiç değil, tam da şimdi? Bir taraftan onsuz, onlarsız geçen sönük günlere acırsın, öteki taraftan sonraya kalan kısıtlı zamanlara, pencereyi açar açmaz gözüne doluşan çiçek renklerinin üstünü biraz sonra kapatacak olan gün batımına dalar gidersin. İçini tarifi imkansız ama hoş bir hüzün kaplar, kader der geçersin.
Seni alıp başka diyarlara götüren, aklını başından alıp alıklaştıran ve keşkelerin içine sayısız göğüs geçirmeler yerleştiren bir şehir, bir insan, bir düşünce, bir olay artık tamamen vazgeçtiğin anda, tamamen hayallerin hayal olarak kalacakken ansızın karşına çıkar ve şaşırır kalırsın. Bu işte, dersin, tam da bu… Kendini o şehrin sokaklarına terk eder, o insanın kollarına bırakır, o düşüncenin ufkuna salar, o olayın tam ortasına gömer, bu müphem ışığın, bu ikindi güneşinin ılık esintisinden bir tutam huzur devşirmeye bakarsın. Olur mu, olur. Ama yine de bilemezsin bu vakitsizliğin, bu gecikmiş karşılaşmanın bir imkan mı felaket mi, bir hüzün mü bir sevinç vesilesi mi olduğunu? Geçmişi, geçmişin büyülü sandığın bütün o bakıyesini sönük bir yığına dönüştürerek orayı da alıp götürecek bir fırtına da olabilir, öncesinde hiç hissetmediğin serin bir rüzgar da… Her esinti çiçek açtırmaz, filizkıran fırtınaları da rüzgara dahildir değil mi?
Hepimizin içinde orada olmayı düşündüğümüz, kendimizi oraya ait hissettiğimiz, oranın tam da bizim için öyle olduğu fikrine kapıldığımız şehirler vardır. Dünyanın bir yerinde, kendi halinde, belki de kendisine layık olmayan –böyle düşünürüz-, kendisini olması gerektiği gibi anlamayan insanların içine doğduğu, caddelerinde yürüdüğü, kafelerinde eğlendiği, odalarında düşündüğü, bağlarında, bahçelerinde gezindiği, gölgelerinde dinlendiği şehirler… Bizim şehirlerimiz, bizden dolayı, bizim için, bizim, biz olan şehirler… Onlar için oysa bu şehir de ötekiler gibi sıradan bir şehirdir. Ötekilerde ne varsa, işte burada da onlardan vardır. Ve zaten şehir demek, nefes aldığın, gündelik ihtiyaçlarını karşıladığın mekanlardan, tepkimeye girdiğin insanlardan başka nedir ki? Ama hayır, bir şehirden, o şehirden, o şehir için doğmuş olan birinden bahsedecek olursak elbette şehir bunun çok ötesinde bir anlama sahip ve bunların içinde “ihtiyaç” en son akla gelir, hatta belki de hiç. Şehrin her köşesi ayrı bir tablodur geç kalmışlar için; her caddesinden masalların ışığı akar, her kıyısından başka bir müzik yükselir, her saçağı bir kuş tüneği, her gölgesi kuştüyü yataktır onun için. Şehre hayranlıkla bakar geç kalan kişi, daha önce hiç kimsenin, hiçbir şehre bakmadığı gibi bakar ona, onların görmediğini görür, onların dokunmadığına dokunur, onların kör olduğuna sonuna kadar açar gözlerini ve hayıflanır biraz da. Bu hayıflanmaya, daha önce neredeydin sorusuna karışan biraz da o şehri hak etmeyenlere yönelik kıskançlık eklenir, uzar gider bu sevinç-hüzün sarmalı. Ama bütün bunlar, bu sevinçler, hüzünler, pişmanlıklar, gecikmiş umutlar gelip bir yere dayanır: Neden önce değil de şimdi? Anahtarı Tanrı’da olan kapıları zorlayıp duruyoruz sürekli.
Okumadığımız kitaplar örneğin, onlar da geç bulduğumuz şehirler kadar acıtır canımızı. Neden daha önce okumadım bu kitabı, neden daha önce karşılaşmadım bu yazarla, bu cümle, belki de yıllar, yıllar önce karşıma çıksa, altını çizsem, içime gömsem, onunla dışarı çıkıp içeri girsem başka, bambaşka olmaz mıydı hayatım, deriz. Bir sarhoşlukla okur, satırların üzerinde kayar, yeniden, bir daha başa döner, elimizden bir türlü bırakamayız o kitabı.
Ya hayatımıza sonradan karışanlar, ya bir ömür hayallerini kurduklarımız, artık bir daha hiç gelmeyeceğini, hatta olmadıklarını düşündüklerimizin ansızın karşımıza çıkıvermeleri? Sonradan edindiğimiz düşüncelerin öncesinde olanların yerini sarsmasında olduğu gibi burada da sarsıntının boyutuna göre önceki bütün şeylerin silinmesi dehşete düşürüyor insanı. O dehşetin içinde sadece yanlış tarafa ve hızlıca koşmanın yarattığı yorgunluğun acısı yok fakat aynı zamanda doğru yola yavaşça gidebilme ihtimalinin ortadan kalkmış olmasının derin pişmanlığı da var. Ve asıl soru şu: Yaşadığını sandığın bir gezegenden yaşamın kendisi olan bir gezegene, bir daha dönmemek üzere gittiğinde yaşamın kendisi, yaşadığını sandığının yerini ne kadar alacak, alabilir? Anılar hayallerin çocuğu değil mi? Gelecek, geçmişin; vardığın yer, geride bıraktığının malzemesinden kurulmuyor mu? Her yeni gezegene, bıraktığı gezegenden bir avuç toprak taşımıyor mu insan?
Günlerce planını yaptığın bir yolculukta, bütün didinmene, kan ter içinde kalmana rağmen treni son anda kaçırmanın içine saldığı hiçlik duygusundan çok daha kederlidir gecikmiş karşılaşmalar. Hayatın yolları, treni kaçırınca öteki vesaitlere ulaşmak kadar homojen değil. Bazen o treni kaçırdığında her şey bitiyor. Gün batıyor, şehrin kapıları kapanıyor, düşünce sana küsüyor, insanlar evlerine çekiliyor, ekranda kocaman bir SON yazıyor.