Gazze'deki ablukaya biz de mi girsek?
"Eğer iyilik ederseniz yalnızca kendinize iyilik etmiş olursunuz, yok eğer kötülük ederseniz bunun da sonucuna katlanırsınızu2026" İsrailoğullarına hitaben (İsra/7)
En hararetli yazılarım İsrail-MOSSAD ağırlıklı, yıllar önce MOSSAD'ın kirli çamaşırlarını ortaya döktüğümde defalarca tehdit, şantaj ve mobbing uygulamalarına maruz kaldım. Bu konuda bazı çalışmalar ortaya çıktığında biz de gurur duyarak "evet, bunun altında imzamız var" diyeceğimiz güzelliklere vesile olduk.
İsrail'den dost olmayacağını biliyoruz, İsrail ile ciddi bir ittifakın da pek mümkün olmayacağını biliyoruz. Hatta pek çok kere sözünde durmayacağını gösterdiği için ciddi bir ilişki de kurulamaz İsrail'le.
Ancak,
Dünya bizden ibaret değil, dünyanın gidişatını değiştirmemiz mümkün değil, bölgemizin huzur ve adalete kavuşması da imkanlarımız dahilinde değil. Bu, o zaman ilkelerimizden, hak ve hukuktan, adalet anlayışından vazgeçelim demek de değil. Sadece "pastanın tümüne sahip olamıyorsan hiçbir parçasını da alma" yaklaşımının ilkellikten kaynaklandığını bilelim yeter.
Maddelerle sizi boğmak istemiyorum, lakin Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesini kimileri akıl ve mantığı ile tartışmıyor.
Türkiye 7 yıldır İsrail'le çok ciddi sorunlar yaşıyor. İsrail'in insanlık dışı zulmüne adam gibi ses veren tek, yegane, biricik ülke Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye oldu. Bu politikanın Filistinliler için ne anlam taşıdığına tarih karar verecek. Şahsi kanaatim odur ki bu süre içinde Türkiye yerinde bir duruş sergilemiştir.
Ne var ki dünya ateş topuna dönmüşken,
Türkiye ile hesaplaşmaların tıpkı 1900'lü yılların ilk çeyreğini andırırken,
Her gün milletin çocukları bizimle hesaplaşanların desteğiyle vekalet savaşı veren örgütler tarafından öldürülürken,
Dostluklar-düşmanlıklar-müttefikliklerle ilgili kartlar yeniden karılıyorken Gazze'ye de yararı olmayan bir politikada ısrar etmenin bir manası yoktu. Türkiye Gazze için yapacaklarının azamisini yapmış, ağır bedel ödemiş bir ülke. Bundan nedamet de duymuyoruz.
Ancak, dış politikanın kinci, mutlakıyetçi ve hayalperest stratejileri kaldırmadığını bildiğimiz halde İsrail ile sorunu derinleştirmenin Türkiye ve Gazze'ye hiçbir getirisi yoktu, götürüsü ise bundan sonra daha da artacaktı.
Bilmeyenler, uluslararası politikaya, stratejilere mutlakıyetçi, toptancı, ütopyacı, benmerkezci bakabilir. Ancak böyle bir dünya yok, bu tarz devletlerarası politikanın kabile yaşamında bile yeri yok.
Dış politika ve buna bağlı stratejiler domestic/iç ve extrenal/dış şartlara, durumlara ve imkanlara göre belirlenir. Bütün dünyada dış politikanın olmazsa olmazı bu iki parametredir. Diğer bütün unsurlar, potansiyeller, veriler, nüfuz ve güçler domestic ve extrenal şart, durum ve imkanlara bağlı olarak dış politikayı etkiler. (Bu konuyu başka bir yazıda uzun uzadıya yazacağız)
Türkiye'nin External koşullarına baktığımızda zor ötesi bir durumla karşılaşıyoruz;
Emperyalistler, 1900'lü yılların ilk çeyreğinde yarım bıraktıkları işi ABD ile tamamlamak için Bölge haritasını Türkiye'yi çepeçevre kuşatacak şekilde yeniden çizmek istiyor. Irk, mezhep, din temel alınarak 50 yıl sonraki savaşların tohumlarını bu haritaya serpiştirmek en önemli hedeflerinden.
Ve buna karşı çıkan tek ülke Türkiye.
Dahili şart ve imkanlarımız daha zor;
Domestic şartlarımızı, önemli aktörlerinin aldıkları pozisyona bakarak görebiliriz.
Gelişmiş ya da gelişmeye namzet bir ülkenin en önemli dinamiklerinden olan ana muhalefet partisi, ülkesini kan gölüne çeviren örgütlerin yanında yer almakta,
Ülke basınının önemli bir kısmı terör örgütlerinin yanındaymış gibi manşetler atıp, makaleler yayınlamakta,
Ülkenin aydın diye bilinen tayfası militarist güçleri darbeye çağırmakta,
Ülkenin dindarlığıyla bilinen en organize cemaatinin başı ABD'ye kapağı atmış ve ülke benim değilse yerin dibine batsın uğraşında,
Buyurun bu dahili koşullarla istediğiniz gibi bir dış politika belirleyin bakalım, 24 saatte ülkeyi mumla ararsınız.
Yukarıda ifade etmeye çalıştım, Türkiye emperyalist güçlerin doymak bilmez iştahından dolayı 1900'lü yılların ilk çeyreğini yaşıyor. Türkiye'yi yatay, paralel bölmek için akbabaların nasıl tepemizde dolaştıklarını görüyoruz. Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın dediği gibi "ülke olarak ağır bir imtihandan geçiyoruz." Dış güçlerin saldırıları bir yana, bu menfur saldırıları gerçekleştiren örgütlere tek laf etmeyip onların amacına hizmet edecek şekilde algı operasyonuna geçen siyasetçilerle "ünlü"lerin açtığı yaralar bir yana.
Geçen gün DAİŞ'in İstanbul Atatürk Havalimanına saldırısını sığ yorumlamıyorsunuz değil mi? DAİŞ -sözüm ona- Irak ve Suriye'de devlet kurmak istiyor, bunu en son engelleyebilecek ülke Türkiye. Türkiye sınırı geçemiyor, uçak kaldıramıyor, asker gönderemiyor. DAİŞ'e mani olacak güçlerin ABD-AB ve Rusya olduğu da belli. O zaman DAİŞ neden Türkiye'ye böyle vahşice saldırıyor? Bu soruların cevabı da belli.
Türkiye bu gidişatla 3 yıl sonra kendisini hangi ciddi ve aşılmaz sorunların beklediğini görüyor. Bu durum karşısında Başbakan Binali Yıldırım'ın da dediği gibi "Türkiye düşmanlıkları değil dostlukları arttırmak" çabasındadır, velev ki bu İsrail de olsa.
Burada İHH'ya büyük iş düşüyor:
İHH için bütün bu camia üzerine düşeni fazlasıyla yaptı, benim gibi maddi imkanları yetersiz olanlar İHH'ya her daim farklı katkılar sundu. İHH Mavi Marmara ve aziz şehidlerinin davasına leke sürmedi. Bu onur yeter, gerisi devletin işi. Umarım ve dilerim ki İHH Fetullah'çılarla, çağdışı ulu solcularla, CHP ve beyaz Türk'lerle aynı söylemi dile getirip kendini de bizi de daha fazla üzmez.
Her şey arzu ettiğimiz gibi olmasa da Türkiye İsrail'le bir anlaşmaya varmış bulunuyor.
Bu durum çok mu içimize siniyor? Hayır.
Peki, yeni bir durum, yani lehimize bir gelişme olmadığına göre ne yapacaktık?
Ülkenin, milletin, mazlum ve mağdurların yararına bakacaktık.
Tamam, çok benzerlik yok, biliyorum, en azından vahiy ve masum elçilik yok, lakin Hudeybiye bugün yaşansa idi bizim için çok mu kabul edilebilir bir anlaşmaydı?
Bugün hepimize feraset, basiret ve hikmet yakışır.