Gafletteyiz; uyandır bizi ölüm
Yaz, güz, kış derken gün gelir bahar gelir. Dallar sürgün
verip birer birer tomurcuğa dönüşürken semadan kopup gelen nûr taneleri öteler ötesinden
haber verir.
An gelir, toprağa insan düşer; ardından hüzünle yoğrulmuş
gözyaşları... Katre katre ıslatır; sevgiyle yoğrulmuş, hasrete bulanmış, acıyla
harlanmış bedenleri... Bir daha yaşanmayacak hâtıralar canlanır; önüne kattığı
her şeyi savuran lodosun ıslık çalan uğultusunda... Vakit dolar, dünya biter;
ağıtlar yakılır doyulamamış bahar gönüllü canlara; geride beyaza bulanmış
anılar kalır. Bir de acısına tebessüm eden; can, canan, “anamın öldüğü gün öksüz, babamın öldüğü gün gölgesiz kaldım” diyen
güneş yüzlü çocuklar...
Bir can öldüğünde bir insan ölmez sadece... Hayatın anlamı,
mutluluk, hayaller ölür... Dahası karşılıksız sevenin, çehrendeki tebessümün,
sarılarak huzura erdiğin koskoca yürek ölür.
An gelir, “diriliş
nesli”ni uykudan uyandıran bir derviş, “verdiğin senindir” şiarıyla koşuşturan yolları bir, sevinçleri bir,
hüzünleri bir, hayalleri aynı civanmertler vuslata erer.
Ölüm öyle acı, öyle soğuk bir mevsim ki; onda ancak âşıklar
dirilir.
Omuz verilir tabutlara...
Helallikler alınır...
Vuslatı öğretir, erenler...
Ölüm dirilmektir; hayatın inanan ve sâlih ameller
işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyun olduğuna iman edilmişse
eğer...
O halde dünyaya meyledip, ahireti unutmak; mala mülke tamah
edip, hesabı unutmak; Leylâ’yı sevip, Mevlâ’yı unutmak; günahlara alışıp, tevbeyi
unutmak; saraylara, malikânelere heveslenip, misafir olduğumuzu unutmak niye?!..
Gafletteyiz; uyandır bizi ölüm.