Fizikle metafizik arasında
Antik Yunan’dan bu yana kadim gelenekte erdemler önemli bir yer tutar. Bu erdemlerin başında da hiç kuşkusuz ölçülülük gelmektedir. İnsanın, dünyanın, tabiatın denge hali, sağlıklı ilişkilerin de bir göstergesidir. Bu dengenin bozulduğu durum, din ile bilim, Tanrı ile insan ya da çok genel anlamda fizikle metafizik arasındaki dengedeki bozulmada kendisini göstermektedir. Bu yazı boyunca metafizik kelimesini, din de dahil olmak üzere aşkınlık manasında kullanacağım.
Özellikle 20. Yüzyılda giderek artan ölçeklerde bu dengenin bozulduğu durumlara insanlık şahitlik etmiştir. Nitekim daha 20. Yüzyılın başında dünya savaşı patlak vermiş, daha sonra Avrupa modernitesinin tam ortasında faşist iktidarlar dünyayı kasıp kavurmuş ve hemen ardından 2. Bir dünya savaşını insanlık yaşamıştır. Sadece bunlar bile modernitenin vaatleri ile gerçekleştirimler arasındaki derin uçuruma işaret ederler.
Christian Delacampagne tarafından yazılan 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi (Çev. Devrim Çetinkasap, İst.,T. İş Bankası Yay.) kitabı şu tespitlerle başlar: “20. Yüzyıl diğer yüzyıllarla kıyaslandığında, kabarık siciliyle dehşet alanında Nobel’i kaçırmazdı. Boş yere geçmişe bakmayalım: Dünya çapında bunca suçun işlendiği bir dönem daha göremeyiz. Rasyonel bir şekilde ve soğukkanlılıkla organize edilmiş kitlesel suçlar, akıl sır ermez bir düşünce sapkınlığının sonucu olan suçlardı bunlar. Auschwitz ismi, bu sapkınlığın sembolü olarak daima hatırlanacak.” (s. 1)
Elbette Batı’da Ortaçağ’da dinin (bunu kilisenin ya da daha geniş anlamda metafiziğin) insan, bilgi ve gündelik hayatı baskılamasından kaynaklanan bir huzursuzluk vardı ve bunun açılması gerekiyordu. Doğrusu Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri bu açılımları yapmaya çalıştı. Tam da bu noktada Batı’daki bu başkaldırının haklı sebepleri olduğunu kabul edebiliriz. İnsanın kendine güven duyarak ne yapabileceklerini görmesi, kendi kaderini sahiplenmesi bağlamında olumlu boyutları vardır.
Fakat ilerleyen süreçte Tanrı ve vahiyden mesafe alan bu anlayış, metafizikle bağlarını tamamen koparmış bulunmaktaydı. 19. Yüzyıldan itibaren 20. Yüzyılda da metafizikle olan bu bağların giderek koptuğuna şahitlik edildi. Daha öncesinde Kant, zaten idrak alanına girmeyenleri bilgi saymadı. Auguste Comte, ortaya koyduğu üç safha anlayışıyla bilgiyi metafizik belirsizlikten kurtarmak istiyordu. Husserl, Heidegger, Wittgenstein, Russell gibi filozoflarında temel çabaları olabildiğince bu metafizikten uzak bilgide kesinlik ve anlayış ortaya koymaktı.
Bu çabaların hepsini, insanın bilgi elde ederken kendi imkan ve potansiyellerini sonuna kadar kullanmak bağlamında çok anlamlı çabalar olarak görmekteyim. Müslüman toplumlar dine ya da daha geniş anlamda metafiziğe yaslanarak bu potansiyellerini geliştirmediler. Fakat insanın bilinebilirliği alanına girmiyor diye metafizik yok olmuyor ki? O yine insan hayatı üzerinde rol oynamaya devam ediyor. Batı’daki temel yanılgı; reddettiğinin insan hayatında bir karşılığının yani hakikatinin olmadığını düşünmesi. Müslümanların ise metafizik bir bataklığa saplanarak, kendi potansiyelleri de dahil olmak üzere fiziki (şehadet) alemine eğilememesi.
İçinde yaşadığımız süreç bir kere daha bunun anlamını bize göstermiştir. Bir yandan insani anlamda alınabilecek tüm tedbirleri almak yani fiziki imkanlar önemini gösterirken, diğer yandan insanın kontrol edemediği bazı faktörlerin hakkından gelmek ve toplum olarak bu tür felaketleri ancak dayanışma ile aşabileceğimize görmek bağlamında metafiziğin anlamı ortaya çıkmıştır. Allah’ın (CC) lütfuna ihtiyacımız var.