Fırat Kalkanı
Türkmen Dağı'nın eteklerinde yaşayan halk, arada bir ufka bakıyor ve kendi içlerinde sessizce konuşuyordu: "Gelmediler, henüz gelmediler!" Havada gürültüyle geçen uçaklar bombalar yağdırıyordu üzerlerine. Her uçağın geçişi önce korkunç bir gürültü, ardından acı ve ölüm demekti. Halep'te yaşlılar gençleri teselli ediyorlardı: "Buraya gelenler, yaşadığımız zulümlere kahır kattılar. Ama Osmanoğulları bize adalet, bereket, barış ve huzur getirecek."
Fırat çevresindeki beldeler, diğer yerleşim birimleri Haseke, Tabka Rakka, Kamışlı, Kıvırcık, Elvaniye, Güğüncük, Deyre ez Zer'in Arap, Kürt ve Türkmen halkları çoluk çocuk Cizre'ye, Nusaybin'e, Silopi'ye, Antep'e, Karkamış'a ufuktan bakıp iç geçiriyorlardı: "Herkes gözünü malımıza mülkümüze ve toprağımıza dikti. Bizden zannettiklerimiz bile bize, özümüze, çocuklarımıza hunharca kıydı. Türkiye ne zaman bize sahip çıkacak?"
Suriye'nin bütün illeri, ilçeleri, kasabaları ve köyleri büyük acılar, ölümler ve kayıplar yaşıyordu. Devleti işgal eden Esed, zulmüyle bölgede nam salmıştı. Gaddardı, kalleşti. Cinayetleriyle tarihe geçmek istiyordu. Halkından 500 bin kişiyi katletmişti. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç ihtiyar demeden ve hiç bir kimseye acımadan! Ölüm bombaları ve mermileri üzerlerine havadan yağmur gibi yağıyordu. Cerablus da, Suriye'nin çileli bir kasabasıydı. Esed'in zulmü yetmiyormuş gibi bir de DAEŞ ve PYD terör örgütleri onlara kan kusturuyordu.
Acıları tadan, çileleri çeken, ölümleri yaşayan sadece belli bir bölge değil, ülkenin her tarafına yerleşmiş mazlum insanlardı. Bir zamanlar başta Şam olmak üzere bütün şehirlerinde huzurla yaşanan yurtta taş üstünde taş, omuz üzerinde baş kalmamıştı neredeyse. Mezarlıklar dolmuştu. Ülkenin büyük çoğunluğu savaşlardan dolayı göç etmişti. Dört bir yana dağılmıştı burada yaşayanlar. Anavatan bildikleri Türkiye'ye 3 milyon vatandaşları topyekun sığınmıştı.
Bundan tam 500 yıl önceydi. 24 Ağustos 1516 tarihinde yine Osmanlılar gelmişti bu topraklara. Yavuz Sultan Selim'in ordusu, Memluk askerini burada yenmiş ve adalete dayalı hakimiyetini kurmuştu. Yavuz, Cerablus yakınlarında Mercidabık Ovası'nda Memluklarla karşı karşıya gelmiş ve zaferi kazanmıştı. Bu galibiyetten sonra Suriye, Lübnan ve Filistin toprakları, gönüllü olarak Osmanlı'ya katılmış, her tarafa huzur, bereket, barış ve refah gelmişti. Ölüm kokusundan, yaşadığı felaketlerden yorulan halk, artık bir kurtarıcı bekliyordu. Daha önce yardım için gelen ve Suriye'ye doluşan iri ülkeler, halkın derdine deva, yarasına şifa olmamıştı. Hepsi de kendi menfaatlerini düşünüp durmuştu.
Fırat nehri uzun zamandır kan akıyordu. Aynı dine mensup olanlar arasında çıkarılan fitne ateşi, her yeri, dört bir tarafı sarmıştı. Azez, Afrin, Münbiç, El bab, Daştan ve Keklice'de oturanların çocukları korkuyla büyüyor, sabah irkilerek uyanıyor, her uçak geçişinde kendilerini apansız yere atıyor, bir yerlere kaçışıyordu. Çünkü bu korkunç seslerin ardından iyi şeyler olmuyordu. Hayatını kaybedenler, yaralananlar ve dolup taşan kan revan hastaneler. Gözler Gaziantep'te, Karkamış'taydı. Kulaklar oradan gelecek haberde, gözler mübarek insanların belirlenmesinde, üç kıtada adaletle hükmetmiş kutlu, nurlu ordudaydı.
Ülkenin bütün şehirleri mahzun, kazaları kederli, kasabaları elemli, köyleri matemliydi. Yıllardır yüzleri gülmüyordu hiçbir sakininin. Kahır doluydular. Neşeyi, tebessümü unutmuşlardı. İnsan nasıl olur da gülebilirdi? Düğün dernek hak getire! Matemler ve yaslar günlük, haftalık veya aylık değil artık ömür boyuydu. Çünkü şehadetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Atılan her bomba, sıkılan her kurşun, masum insanların canını beraberinde alıp gidiyordu. Yaralananlar ise artık birer yarım insandı. Bacağını, kolunu kaybedenlerin haddi hesabı yoktu. Dünya gamsızdı, lakayttı. Biricik ümit kuzeyde, Türkiye'deydi. Mazlumların sığındığı toprakların aziz ülkesi, yani güneşin ülkesi, mihrabat!
Türkmenlerin yanık hoyratları Fırat'a acıyla karışırken Arapların hüzünlü şarkıları yüreklere işliyordu. Kürtlerin içli türküleri her tarafta yankılanıyordu. Nağmeler acılara karılıyor ve dudaklardan kalplere işliyordu. Gözler sınırda, bakışlar ufukta, diller duada, ümitler yüreklerdeydi. Bir kurtarıcı bekliyordu hepsi de, onlara sahip çıkacak, zalimin elinden kurtaracak yüce bir halaskar!
Yazın sıcak havası damlarda oturanların bakışları tek bir yöneydi. Ümitler ordan yanaydı, dualar o beklenti içindeydi. Beş vakit namazda yakarışların ifadeleri birbirine yakındı. "Allah'ım bizi zalimlerin şerrinden kurtar!" Bu dualar karşılıksız kalmadı. Ve Cerablus sakinleri, huzurlu sabaha uyandı. Tarih 24 Ağustos 2016 Çarşamba günüydü. Mercidabık Muharebesi'nden tam 500 yıl sonra. Türkiye'nin Karanfilköy sınırından şafak vakti saat 4'te çıkan dev tanklar, muazzam bir heybetle kendilerine doğru ilerliyordu. Gördükleri rüya değil, hakikattı. Şanlı ordu, önce Keklice'ye geçti, oradan Cerablus'a doğru süratle devam etti. Havadan uçaklar terör örgütlerini bombalıyor, DAEŞ'in ve PYD'nin korkak militanları can havliyle kaçışıyordu. Osmanoğulları, Müslüman Türkler al bayraklarıyla işte yine kendilerini kurtarmaya gelmişti. Arapça, Türkmence ve Kürtçe zafer şarkıları dört bir yanı çınlatırken çöl sıcağı insanları bunaltmıyor, serinletiyordu. Bütün neşeler, cümle sevinçler, ortak bir ifade ile dillerde yerini buldu. Ve herkes bir ağızdan şevkle haykırdı: "Allahü ekber! Allahü ekber!"