Filozofun Şeyhle Buluşması (2)
Aziz Efendi, Zeyrek Cami’sinin avlusundaki imam lojmanında
ikamet eder. Evinin üst katındaki odada onları ağırlar. Ben geleceğim diyerek
dışarı çıkar, biraz sonra elinde bir tepsiyle gelir ve söze başlar. “Oğlum, biz
Kazanlıyız, Tatarız. Bizde âdet böyledir, buyurun sofraya”. Sofraya oturunca
Aziz Efendi, Avrupa ile bizim âlimlerimizi karşılaştırırken, aslında felsefe,
din, akıl ve kalp arasındaki münasebeti insanın mutluğuyla ilişkilendirerek
anlatmaya başlar:
“Avrupa uleması ile bizim ulemayı kıyaslıyorlar. Orada
felsefe okurlar. Felsefe aklın şüphelerinde cevap aramak ihtiyacından
doğmuştur. Bir filozofun tamam dediği şeye, bir başkası hayır, tamam değil
diyebilir ve karşı çıkabilir. Nitekim çıkıyorlar. Çünkü bakış açıları
farklıdır. Felsefe şüphe üzerine kurulu olan farklı düşünce sistemleridir. Oysa
insan sadece akıl sahibi değil, aynı zamanda kalp sahibidir. İnsanın kalbi
güven ister, istikrar ve huzur ister. Ve böylece mutlu olmak ister. Aklın
ihtiyacı ile kalbin ihtiyacı birbirinden farklıdır. Kalp inanmak ve imanın
verdiği güvenle mutlu olmak ister. İnsanı mutluluğa götüren şey, kalbindeki
imandır. İman olmadan, yakîn olmaz, yakîn olmadan da mutluluk olmaz. Aklın esas
görevi, imana giden yolu açmaktır. Yoksa aklın durmadan değişen gel-gitlerine
ayak uydurmakla mutluluk elde edilemez. Ebedî ve değişmez hakikati bulmak ve
ona bağlanmak lâzım. Herkesin aklı aynı olmadığı gibi, kendi aklımız da her
zaman hep aynı akıl olarak kalmaz. Akıl aynı yerde durmaz, sürekli değişir ve
gelişir. Biz kırk-elli yaşların geldiğimiz zaman, on beş yaşındaki aklımızla
düşünmeyiz. Çünkü on beş yaşındaki aklımız, o yaşla birlikte bizi terk edip
gitmiştir. O eski akıl, artık bize çok yabancı sayılır. O eski aklımızı zaten
biz de pek beğenmeyiz. Bu kadar değişken olan bir şeyle ebedî ve değişmez olan
hakikati nasıl bulacağız? Oysa kalbimiz, sabit ve değişmez hakikatlere bağlanma
ihtiyacındadır. Bunu de bize ancak saf ve samimi bir iman sunabilir. Zaten
iman, kalbin, her türlü şüpheden kurtulup, ebedî ve değişmez hakikate
bağlanması demektir. İslâm’da şüphe yoktur, şüpheyi kesinlikle reddederiz.”
Bu
sözlerden sonra Aziz Efendi Nurettin Topçu’ya dönerek, ‘sizin vazifeniz, her
sene on tane İslâm’ı bilen ve tatbik eden talebe yetiştirmektir. Bunu yapınız
kâfi gelir’ der.
Varlık
meselesini sormayı zihninde geçiren Topçu, bu konuda ne düşündüğünü sormayı da
ihmal etmez. İnsanın alemdeki yeri, hakikî varlık karşısındaki konumu ve
anlamını nedir? sorusu da aklındaki problemlerdendir. Bu soruları sorarken,
kendisini sanki bir nihilist tavırla sormuş gibi hisseder.
Abdülaziz Bekkine, meseleyi anlar ve anlatmaya başlar:
“Allah ehattir ve samettir. Hakikî varlık bir tanedir. Diğer bütün varlıklar,
onun iradesi ve yaratması ile zuhura gelmişler ve varlık kazanmışlar. Adına
ister ‘yaratma’ deyin, ister ‘zuhur’ deyin, hepsi sonradan olmuş şeylerdir. Bir
şey eğer sonradan olmuşsa, yine yok olacak demektir. Öncelik ve sonralık,
zamanla ilgilidir ve yaratılmışlar için geçerlidir. Cenâb-ı Hakk’ın zamana da,
mekâna da ihtiyacı yoktur. ‘Ezel ve ebed’ gibi deyimler onu tanıtmaya yetmez.
Çünkü O “evveldir ve âhirdir”. Onu akıl yoluyla tarife kalkmak, çok yanlış ve
tehlikeli bir yoldur. Allah, kendisini vahiy yoluyla nasıl tanıtıyorsa, o işte
öyledir.”
Gece yarısı olmuş, ancak filozof Topçu ile Şeyh Aziz Efendi’de
bir uyku ve yorgunluk gözükmez, Sırrı izinle uykuya dalmıştır. Her ikisi zinde,
mutlu ve dinamik bir şekildedir. Müsaade istenir. Yolda Nurettin, bana ‘Sırrı,
ben bu sohbete doyamadım, geri dönsek, Hoca’ya ayıp olur mu?” deyince, o da
“Olur mu, olmaz mı, onu bilemem, ama yürü, şimdi evlere gidelim, başka bir
akşam yine geliriz” der. (Emin Işık, Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin
Dünyası, İstanbul 2019,109-111)
Âkil ile Ârif arasındaki ilişki günlerce, aylarca süren
bitmeyen sohbetlerle devam eder. Nurettin Topçu, Sorbonne’dan aldığı felsefe
doktorasında tamamlayamadığı yerleri ve boşlukları Aziz Efendi’nin hikmetli
sohbetleriyle tamamlar. Ruhunun aradığı maneviyatı bulur. Ancak ayrılık
geldiğinde Nurettin büyük bir boşluğa düşer. O, Abdülaziz Bekkine’nin vefatı
üzerine yaşadığı hüznü ve ayrılığı derin bir üzüntüyle anlatır:
“Ruhlarımızın önünde
yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım zamanın ve kaderin kollarıyla
kucaklanmayacak kadar engindi. Onun bende şimdi muammâ olan son bakışında melek
masumluğu ile ilâhî bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta
böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberane sakalının üstünde
namütenahiye kolayca dalan o mavi gözler de kapadıktan sonra sahipsiz
kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul
mücrimler dünyasına sığınmıştım…” (Nurettin Topçu Çağdaş Bir Dervişin Dünyası,
120)