Ferase at/ feraset
Hoşça bak zâtına kim
zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân
olan âdemsin sen
Şeyh Gâlib
Feraset…Bu
kelimeyi duymayan çok azdır. Kelime “feres” kökünden gelmektedir. Feres ise
“at” demektir. Atlara, yaratıcı tarafından 360 derece etrafını görebilme
kabiliyeti verilmiştir. Bu sebeple etraflarında olup bitenlere oldukça
duyarlıdırlar. Bundandır ki atların dikkatleri dağılmasın diye onlara “at
gözlüğü” takarlar. Çünkü atlar herşeyin farkında oldukları zaman onları
dizginlemek ve istediğiniz gibi eğitmek zor olur. Bundan dolayı ferasetini yani
görüş kabiliyetini kaybetmiş bir kimse çevresinde olup biteni idrak edemez.
Günümüzde feraset kelimesi, zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlama yeteneği,
bir kimsenin ruhsal, zihinsel halini ve yeteneklerini yüzünden, duruşundan, tavrından
anlayabilme kabiliyeti olarak tanımlanabilir. Öyleyse ferasetini kaybetmiş bir
insan, baktığı şeyin zahiri kısmını görür. Batınına yani iç kısmına, özüne
nüfuz edemez ve gördüğü ile yetinir. Bundan dolayı ki ferasetsiz insanlar, hep
bir başkasının yönlendirmesine ihtiyaç duyarlar.
Peki
“feraset sahibi” olmak demek ne demek? Sezginin ötesi... Kapsamlı bir ileri
görüş kabiliyetine sahip olmak. Kişinin karşısındakinin yapısal özelliklerini
hemen idrak edebilme hâli...Varlığını meydana getiren Rabbani kudreti idrak
etme bilincine erişen, kendini farkeden, yaşamı doğru okuyabilen kişidir
feraset sahibi. Yöneldiği varlığın bâtınına nüfuz ederek onun yapısını, özelliklerini,
varoluş gaye ve hikmetini sezme konusunda hassasiyete sahip engin gönüllü insandır
feraset sahibi. Eskiler bunu “kalp gözünün açık olması ve akıl gözü” gibi
kavramlarla ifade etmişlerdir. Akıl belli bir kemâle erişmişse, kişi altıncı, yedinci, sekizinci duyular
durumunda olan sezgi veya sezginin ötesinde olan “ferâset veya ilham” yolları
ile gelen çeşitli bilgileri, bir potada eritip değerlendirir ve bunun çok üst
neticelerini yaşamaya başlar İşte o zaman feraset sahibi insan “akl-ı kül”e yaklaşmaya başlar. Kainatın
efendisi “Mü’mininfirâsetinden sakınınız. Çünkü o, Allâh’ınnûruyla bakar.” buyurmak
sûretiyle, her mü’mininfirâsetininîmânınisbetinde olduğuna da işâret
etmişlerdir. Mevlânâ ise; “Akıllılar önceden ağlar; sonunda tebessümlere gark
olurlar. Ahmaklarsa, önceden kahkahalara boğulur, sonra da başlarını taşlara
vurarak ağlarlar. Ey kişi! Firâsetli olup işin sonunu başlangıçta iken gör de
cezâ gününde pişmanlık ateşiyle yanıp tutuşma!..”
Öyleyse
sadece bakmak yetmez, görmek zorundayız. Sadece bilmek, alim olmak yetmez;
anlayıp arif olmak zorundayız. Şair Yûnus’un ifade ettiği gibi “Bir ben vardır
bende benden içerü.” Bizde görünenin ötesi var. Bedenden öte kalp/gönül, ondan
öte ruh, ondan öte cevher ve cevherden öte sır var. Öyleyse Gâlip dedenin
dediği gibi biz de deriz: “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i
dîde-i ekvân olan âdemsin sen.” Yani kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin
özüsün. Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.