Fenomenoloji ve antropoloji
Pre-Modern dönemde her şey Tanrı’yı merkez alarak bir tanım ve konum bulmaktaydı. İnsanın, eşyanın anlamı ve konumu buna göre belirlenmekteydi. Modern döneme gelindiğinde insan merkez alınarak yeni bir tanımlama ve konumlandırma işlemi yapıldı. Böylece insan, dinin ve geleneksel tüm değerlerin bağlayıcılığın sıyrılarak, dünyada nasıl varolacağına dair bir tercih ve irade gösteriyordu.
Batı’da bizim Darwin teorisi, insan hakları, devlet ve siyaset teorilerinde gelişimler olarak gördüğümüz şeyler, gerçekte bu yeni konum alışın bilgisel ve meşruiyet temellerini oluşturmakla meşguldüler. Söz gelimi; dine referansla açıklanan insanın kökeni, bizzat insanın bilgi imkanlarıyla ve dine referans yapmadan Darwin tarafından açıklanıyordu. Tümdengelimcilikten tümevarımcılığa, tümelcilikten nominalizme doğru dönüşüm de bunların bir başka görüntüsünü bize vermekteydi.
Bu bağlamda Batı dünyası bilgide kesinlik ve hakikat arayışına tabiattan, kendi çevresinden, deneyimleyebildiğinden yani kısacası fenomenlerden yola çıkarak başladı. Bunun üzerine modern bir dünya inşa edildi. Ancak böyle bir dünya kurulurken, Laplace’ın dediği gibi Tanrı’ya ihtiyaç duyulmadı. Modern dünyanın bu yeni hakikat anlayışı, totaliter sonuçlar üretince, postmodernlik gibi öznellikleri yükselten, insanı da yeni mikro tanrılar haline getiren bir sürece girildi. Şu anda “doğru” ve “yanlış” eksenlerinin kaybedildiği, ayakların altında kaygan zeminlerin olduğu durumu yaşıyoruz.
Batı dünyasının buradaki temel yanlışı Tanrı’nın merkezi konumunu kaybetmesi ve yeni inşa ettiği dünyada Tanrı’ya ihtiyaç duymamasıydı. Nitekim modern zamanlarda Hegel’den Kant’a, Heidegger’den Habermas’a kadar satıaralarında bu problemleri okuyoruz. Tanrı’dan vazgeçeceksiniz ama Onun yerine ne koyacaksınız? İşte bu boşluk ve açıklık bir türlü doldurulamıyor? Fakat şunu teslim etmek lazımdır ki, Batı dünyası fenomenler dünyasında ve insana bakarak antropolojide ciddi gelişmeler kaydetti. Dünyayı anlamaya çalışırken, fenomenler dünyasında insani imkanlarını sonuna kadar kullandı ve hala da kullanmaya devam ediyor.
İslam dini evrensel mesajını Kur’an üzerinden tekrarlarken, tevhidi kaybetmeden Tanrı’yı, insanı ve âlemi anlamak üzere fenomenler dünyasına ve bizzat insana işaret etmektedir. Yani ontolojik temele Tanrı’yı yerleştirdikten sonra, insanı metafizik spekülasyonlar üzerinde gezdirmeden fenomenler dünyasında insani imkanlarla bilgi üretmeye ve anlamaya çağırmaktadır. Hz. Peygamber’in (SAV) irtihalinden sonra Müslüman toplumlarda bu mesajın doğru bir şekilde anlaşılarak, üretimlerde bulunulduğu görülmektedir. Fakat bir noktadan sonra durgunlaşan İslam dünyası, tekrar metafizik spekülasyonlara saplandı. Bunun sonucu olarak bir yandan ontolojide kilitlenirken, diğer yandan fenomenler dünyasından gözlerini ve zihnini çekti. İşte modern zamanlara böyle bir serencamla ulaştık.
Şimdi geldiğimiz noktada tüm dünya kriz içindedir. Tabiat, insan ve evren hakkında ciddi olarak bilgi üreten, bu bilgilere dayalı olarak dünya inşa eden bir Batı var. Fakat Tanrı’dan kalan boşluğun doldurulamadığı bu dünyada bir kriz hakim. Öte yandan ontolojiye saplanmış; fakat bu ontolojinin işaret ettiği fenomenler dünyasına ve insana bir türlü bakmayan; daha doğrusu bu konuda metafizik spekülasyon yapmaya devam eden bir İslam dünyası var. Sonuçta fenomenler dünyasının bilgisiyle hakimiyetini kurmuş, dünyayı daha çok buhrana sürükleyen hakimiyetle yolumuza devam ediyoruz.
Bütün dünya tarihi, Tanrı-insan ilişkisinin farklı biçimlerde yansımasını bize gösteriyor. Varlıklar yerli yerine oturmalı ve Müslümanlar da âyetlere (tabiata, fenomene) ve insana tekrar bakmalılar.