Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Feminizmin kökleri

Yaratan’ın yeryüzünde insan denen bir varlık/halife yaratacağını söylemesine karşılık, ‘zatını eksiksiz bilen ve durmadan övgü ile tenzih eden’ melekler ‘fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” sorusuyla hayretlerini açığa vururlar. Hakk Teâlâ ise, ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ buyurarak, onları sükût ve itaate davet eder.

Yaratılan Adem’dir, bir müddet sonra mahiyetini bilemeyeceğimiz şekilde Havva da var edilir. Dolayısıyla akıl sahibi ve sorumluk alan insanın iki türü meydana gelir. Âdem ile Havva’nın cennet ve ‘düşüş’ yaşayarak yeryüzündeki imtihan âlemine indirilmeleriyle insanlık iki tür üzerinden varlığını sürdürecek ve çoğalacaktır.

Erkek, tarih boyunca hâkim unsur olarak kadınlar üzerinde koruyucu bir eş olma özelliğini gösterir. Medeniyetimizde erkek ve kadın, sorumlulukları itibariyle hukuk ve dinî yükümlülükler açısından benzer mesuliyetlere muhataptır.

Ancak Ortaçağ’ın bitimiyle yeni bir dönemin başlaması, özellikle Batı’da bir takım sosyal, siyasal ve iktisadî değişikliklere sebep olur. Bu değişimlerden birisi de, kadının sosyal ve hukukî statüsünün tespiti noktasında düğümlenmektedir.

Batı Ortaçağı’nın hem erkekler için, ama özellikle kadınlar için ağır bir tablo ortaya koyması, modern zamanlarda insan hakları, kadın hakları, köleliğin kaldırılması ve özgürlük gibi hususları öne çıkarır. Haklar kapsamında tematik olarak ‘kadın hakları’ veya ‘kadın-erkek eşitliği’ bağlamında gündeme gelen feminizm de, bu tartışmalı kavramlardan birisi olur.

Feminizm, Latince kadın anlamına gelen ‘femina’ kelimesinden türetilmiş bir kavramdır. Fransızcası ise, ‘feminizme’ kelimesiyle karşılık bulur. Feminizm, temelde sosyal topluluklar ve guruplar arasındaki farklılıkların giderilmesi iddiasındadır. Bunu sihirli bir sözcük olarak ‘eşitlik’ kavramı üzerinden yürütmeye çalışır. Böylece kadın, hak ettiği veya doğal olarak olması gereken yerini sabitleyecek ve koruyacaktır. Toplum içindeki yeri ve statüsü de, en az erkekler gibi ‘iyileştirilmiş’ bir hale ulaşacaktır. Hikâye, bu minval üzerinde gelişme kaydeder.

Akım olarak feminizm, aydınlanma asrı denen on yedinci yüzyılda iddialarını seslendirmeye başlar. Fransız filozoflar ve kadın entelektüeller, kadının sosyal ve siyasal haklarının savunuculuğuna soyunarak ‘erkekle eşit olması’ gerektiği tezini sürekli olarak güçlü bir şekilde işlemeye çalışırlar. Ancak bu hareket, basit bir kadın hakları konusu olarak sınırlı kalmayacaktır.

Zaman içerisinde farklı ideolojiler, siyasî kanaatler ve kitle örgütleri, feminizm üzerinden seslerini duyurmaya çalışırlar. Bir bakıma, ‘kadın ve hakları’ konusu, araçsallaştırılarak siyasal ve cinsiyet tercihleri marjinal gurupların elinde, bir manivelaya dönüşme riskine karşı koyamaz.

Modernizm, bir taraftan kadın hakları diye sosyal ve siyasal platformları ayağa kaldırmaya çalışırken, diğer taraftan kadını bir reklam ve tüketim objesi olarak kullanmaktan hiçbir zaman vazgeçmez. Örneğin, kadınlarla doğrudan ilgili olmayan araba lastik reklamları gibi, bir çok sektörde, bu ‘nesneleştirme’ girişimleri devam eder.

Feminizm, eğitim, sağlık, siyasetten başlayarak doğurmak, çocuk bakımı, taciz ve tecavüz, şiddet, eşcinsellik ve lezbiyenlik gibi çok farklı konularda söylemlere yönelir.

Temelde feminizmin ana konusu, ‘kadınların özgürlüğü’ hususudur. Cinsiyet eşitsizliği kaldırarak kadın sorunları üzerine eğilmeyi amaç edinir. Kavram ilk olarak Charles Fourier (1772-1837) tarafından seslendirilir. O, sosyal gelişmenin sürdürülebilir olmasını, kadınlara daha fazla özgürlük verilmesiyle ilişkilendirir. Ancak feminizm Aydınlanma çağının düşünürlerinin, kadınların eğitim haklarının savunmalarıyla toplumsal gündemin maddeleri arasına girme imkanını yakalar. Sonraları feminizm, kadın haklarının geniş bir savunuculuğunu yapma vazifesini ele alır.

Feminist hareketler, başlangıç itibariyle kadının sosyal rolünü ve haklarını genişletmeyi hedefleri arasına koyar. Bir anlamda kadınların taleplerini önceleyen bir toplumsal grup veya gruplar şeklinde iddiasını sürdürür.

Yirminci yüzyılda, feminizm, ‘radikal’ bir kimliğe bürünür. Artık kadın hakları ve eşitliği söylemi/hedefi, yerini ‘kadın biyolojisi ve bedeni üzerinde hakimiyet kurmaya” terk eder.

Ortaçağ ile Yeniçağ arasındaki geçit dönemi Rönesans’la birlikte gelişme kaydeden tabiatçı felsefenin (natüralizm) doğaya egemen olma iddiası; feminizmi, biyogenetikteki ilerlemelerden yararlanarak kadın fıtratı üzerinden sınırsız bir baskı kurma düşüncesini sahiplenen bir harekete dönüştürür. Kavramlar ve konular değişir. Cinsler arasında eşitlik, rol paylaşımı konularının yerine, beden ve cinsiyetin yeniden tanımı ve sınırları tartışmanın esas sorunlarını oluşturmaya başlar. (S. Hayri Bolay, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, 193)