Felsefesiz hayatlar
Felsefe,
dili, içeriği ve soyut niteliği ile toplumun mesafeli olduğu bir alandır.
Nihayetinde toplum nezdinde felsefecilerin ağır ve anlaşılmaz bir dille
konuşarak bu konumlarını pekiştirdikleri düşünülür. Fakat paradoksal olarak
toplumların genel yönelimlerinin bir felsefesi olduğu kadar aslında orada
yaşayan insanların da bir felsefeleri olmaları mümkündür.
Yine
de genel kitlenin hayatı biraz da gelişine yaşadıkları söylenebilir. Kitlenin
içinde hayatına dair bir felsefesi olanlar, bunu daha rafine bir biçimde ifade
edebilirler; yani felsefi dilin ağırlığını azaltarak, hayatın içinde bu ağır
kısmı rafine edip hikmetli özdeyişler biçimine çevirerek. Bu açıdan “hayatın
felsefesi olmak” cümlesini bir Sokrates edasıyla felsefenin teknik diliyle
(teknik dil buraya uydu mu bilmiyorum) ifade etmek zorunlu değildir.
Aslında
bir hayata felsefesi kurmak çok büyük bir bilgi birikimini gerektirmeyebilir.
Burada önemli olan insanın kendisini doğru konumlandırması ve dünya ile
irtibatının arkaplanını doğru bir şekilde kurabilmesidir. Böylece Deleuze’ün
ifadesiyle felsefe yapmanın bir gerekliliği olarak kendisine düzlem açmış olur.
Rahmetli
babam ilkokul mezunu idi. İhtisas yaptığım alanın temel söylem ve dilini
anlamazdı. Fakat hayatı boyunca çalışmış bir kişi olarak hayat felsefesini çok
sağlam bir düzlem içerisinde inşa ettiğinin farkına varmıştım. Doğrusu insanın
eğitiminde ailesinin başat bir (f)aktör olduğuna inanan bir kişi olarak babamın
bu boyutunun beni etkilediğini beyan etmem gerekir.
Babam
belki de bir mitos olan ancak herkesin bildiği Yunus Emre’ye dair bir anekdot
üzerinden hayat felsefesini inşa etmişti. Onunla geçmişte zaman zaman
konuşmalarımızda anlattığı anekdotu jest ve mimikleriyle bile net bir şekilde
hatırlıyorum. “Bak” dedi; “Yunus Emre Taptuk Emre’nin Dergahı’na kırk yıl
hizmet etmiş ve bu kadar zaman içerisinde dergaha tek bir eğri odun bile
sokmamıştır.”
Babam
bu anekdotta öne çıkardığı “doğru” kavramını hayatı boyunca iş ve gündelik
hayatının temel düsturu haline getirmişti. Yaptığı işleri sıkıca takip eden,
yanı sıra komşularıyla ve akrabalarıyla iyi geçinen, vefaya önem veren,
misafirlerine ikram eden bir kişilikti. Hasılı başat bir kavram üzerinden hayat
felsefesini inşa etmişti.
Deleuze’un
felsefe yapmanın bir düzlem açmak olduğunu ifadesine eklediği bir şey vardır; o
düzlemde kavram inşa etmek. Şimdi yaptığım okumada babamın geleneğin ve dinin
içinden derlediği kavramları bugünün koşulları içerisinde yeniden
içeriklendirdiğinin de farkına vardım. Çünkü yeniden içeriklendirdiği bu
kavramlar, onun hayatını yönetebiliyordu. Üstelik de onun anlam ve hayat
evreninde yer alan kavramlar sadece kendi yerel çevresinin sınırları içerisinde
tıkanmış değildi; tam tersine tüm dünyaya yetebilecek durumda idi. Meselâ; onun
dünyasında “insan” vardı; üstelik de babamın insana dair tüm realitesi,
ümitleri, ümitsizlikleri ve hayal kırıklıkları ile birlikte.
Şimdi
islami ideallerini yüksek sesle dile getiren söylemlere bakıyorum da, içinde
insan yok, felsefesi yok; hasılı ruhu yok. Belki de onun için birçok islami
söylemin galibiyet nidaları bana bir pirus zaferi gibi geliyor.
Öte yandan post-truth çağında “anlık”sallıkların belirleyiciliği felsefesiz hayatları çoğaltıyor. Tıpkı bir kağıdın fotokopi yoluyla sonsuz sayıda çoğalabildiği gibi. Felsefesiz bir hayat, dehrin emrinde savurulan insanların sayısını artırıyor; bilmem farkında mısınız?