Dolar (USD)
35.20
Euro (EUR)
36.69
Gram Altın
2954.66
BIST 100
9626.56
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
05 Haziran 2021

Felsefesiz hayatlar

Felsefe, dili, içeriği ve soyut niteliği ile toplumun mesafeli olduğu bir alandır. Nihayetinde toplum nezdinde felsefecilerin ağır ve anlaşılmaz bir dille konuşarak bu konumlarını pekiştirdikleri düşünülür. Fakat paradoksal olarak toplumların genel yönelimlerinin bir felsefesi olduğu kadar aslında orada yaşayan insanların da bir felsefeleri olmaları mümkündür.

Yine de genel kitlenin hayatı biraz da gelişine yaşadıkları söylenebilir. Kitlenin içinde hayatına dair bir felsefesi olanlar, bunu daha rafine bir biçimde ifade edebilirler; yani felsefi dilin ağırlığını azaltarak, hayatın içinde bu ağır kısmı rafine edip hikmetli özdeyişler biçimine çevirerek. Bu açıdan “hayatın felsefesi olmak” cümlesini bir Sokrates edasıyla felsefenin teknik diliyle (teknik dil buraya uydu mu bilmiyorum) ifade etmek zorunlu değildir.

Aslında bir hayata felsefesi kurmak çok büyük bir bilgi birikimini gerektirmeyebilir. Burada önemli olan insanın kendisini doğru konumlandırması ve dünya ile irtibatının arkaplanını doğru bir şekilde kurabilmesidir. Böylece Deleuze’ün ifadesiyle felsefe yapmanın bir gerekliliği olarak kendisine düzlem açmış olur.

Rahmetli babam ilkokul mezunu idi. İhtisas yaptığım alanın temel söylem ve dilini anlamazdı. Fakat hayatı boyunca çalışmış bir kişi olarak hayat felsefesini çok sağlam bir düzlem içerisinde inşa ettiğinin farkına varmıştım. Doğrusu insanın eğitiminde ailesinin başat bir (f)aktör olduğuna inanan bir kişi olarak babamın bu boyutunun beni etkilediğini beyan etmem gerekir.

Babam belki de bir mitos olan ancak herkesin bildiği Yunus Emre’ye dair bir anekdot üzerinden hayat felsefesini inşa etmişti. Onunla geçmişte zaman zaman konuşmalarımızda anlattığı anekdotu jest ve mimikleriyle bile net bir şekilde hatırlıyorum. “Bak” dedi; “Yunus Emre Taptuk Emre’nin Dergahı’na kırk yıl hizmet etmiş ve bu kadar zaman içerisinde dergaha tek bir eğri odun bile sokmamıştır.”

Babam bu anekdotta öne çıkardığı “doğru” kavramını hayatı boyunca iş ve gündelik hayatının temel düsturu haline getirmişti. Yaptığı işleri sıkıca takip eden, yanı sıra komşularıyla ve akrabalarıyla iyi geçinen, vefaya önem veren, misafirlerine ikram eden bir kişilikti. Hasılı başat bir kavram üzerinden hayat felsefesini inşa etmişti.

Deleuze’un felsefe yapmanın bir düzlem açmak olduğunu ifadesine eklediği bir şey vardır; o düzlemde kavram inşa etmek. Şimdi yaptığım okumada babamın geleneğin ve dinin içinden derlediği kavramları bugünün koşulları içerisinde yeniden içeriklendirdiğinin de farkına vardım. Çünkü yeniden içeriklendirdiği bu kavramlar, onun hayatını yönetebiliyordu. Üstelik de onun anlam ve hayat evreninde yer alan kavramlar sadece kendi yerel çevresinin sınırları içerisinde tıkanmış değildi; tam tersine tüm dünyaya yetebilecek durumda idi. Meselâ; onun dünyasında “insan” vardı; üstelik de babamın insana dair tüm realitesi, ümitleri, ümitsizlikleri ve hayal kırıklıkları ile birlikte.

Şimdi islami ideallerini yüksek sesle dile getiren söylemlere bakıyorum da, içinde insan yok, felsefesi yok; hasılı ruhu yok. Belki de onun için birçok islami söylemin galibiyet nidaları bana bir pirus zaferi gibi geliyor.

Öte yandan post-truth çağında “anlık”sallıkların belirleyiciliği felsefesiz hayatları çoğaltıyor. Tıpkı bir kağıdın fotokopi yoluyla sonsuz sayıda çoğalabildiği gibi. Felsefesiz bir hayat, dehrin emrinde savurulan insanların sayısını artırıyor; bilmem farkında mısınız?