Dolar (USD)
35.21
Euro (EUR)
36.86
Gram Altın
2979.79
BIST 100
9748.43
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
05 Şubat 2020

Felaket ve Tahattur

Zor bir süreçten geçiyoruz. Yer yerinden oynuyor. Depremler, seller, savaşlar, virüsler insan ve ona bağlı ne varsa hepsini toptan yok edecekmiş gibi sürekli devinim halinde. Doğal yahut insan eliyle olsun, bütün felaketler Tanrı yasalarının insan eliyle çıkmış yasalara üstünlüğünün somut göstergeleridir. Hiçbir ömrün zamanı, hiçbir bedenin mekanı, hiçbir insan ürünü mamulün Tanrı ürünü eserleri yenemeyeceğinin tahattur edicileridir doğal felaketler. Eğer Allah istese evrenin yasalarına tabi bütün bu nesneler dünyası kendi seyrinde ve hiçbir sıra dışılık olmadan varlığını sürdürür; ne küresel ısınma ne küresel donma ne deprem ne kasırga ne tsunami başını kaldırıp yeryüzünü şöyle bir sarsma gereği duyar. Demek, doğal akışın sıradanlığını bozan “sıra dışılıklar” sadece evrenin işleyişindeki küçük kırılmalara bağlı değil; tıpkı hayatın öteki bütün akışlarında olduğu gibi arada bir, kendini göstererek rutin kadar rutin dışı da meşruiyetini onaylatıyor. Tıpkı sağlığa eklemlenmiş hastalığın, hayata eklemlenmiş ölümün, zamana eklemlenmiş kıyametin rutin dışılığın da bütün bu işleyişe tabi oluşu gibi ve yine aynı şekilde, bir hatırlatıcı olarak kendi işlevini ifa edişi gibi… Demek uçlar arasındaki bütün normallikler arada bir uçlardan gelen elektrikle anormalliğe dönüşme potansiyeli taşıyor ve uçlar da ortalara tabi…

Tanrı istese evrendeki bütün gök cisimleri daha başından mükemmel ve hiçbir harekete tabi kılınmadan ‘tıkır tıkır’ işleyen bir sisteme tabi tutar, hiçbir gök cismi parçalanmaz, boşluğa akamaz, hiçbir meteor ara ara yeryüzüne düşme cesareti gösteremez. Ama oluşun grameri böyle söylemiyor. O, nasıl ki sıfır noktasının gerisine eksi, ilerisine artıyı koyarak, nasıl ki doğumun gerisine doğum öncesini, ilerisine ölüm sonrasını yerleştirmişse nasıl ki bedenin gerisine suyu, ilerisine toprağı koymuşsa bütün oluş ve akışları rutin dışı öncelik ve sonralıklara bağlamıştır. Böylece sıfır nasıl sayıların ortasında, hayat nasıl doğum öncesi ve ölüm sonrasının arasında, beden nasıl su ile toprağın kavşak noktasında duruyorsa rutin de olumlu ve olumsuz sıra dışılıkların tam ortasında durur ve bazen bir tarafın, bazen de öteki tarafın tazyiklerine tabi olarak varlığını sürdürür. Üstelik bütün bunların, bütün bu doğa olaylarının mutlaka insanla ve onun kaderiyle de bir ilişkisi vardır.

Türkiye, sosyolojik, ekonomik, kültürel olduğu kadar coğrafi fay hattında ve bütün bu alanlarda rutin akışa ne zaman kendimizi kaptırsak ansızın bir ‘deprem’ sarsıntısıyla uyanıyor, kendimize şöyle bir bakıyor, sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz hayatımıza. Sosyal, ekonomik ve kültürel fay hatlarımızın hem dışarı hem içeriyle ilgisi bulunur, yer yer yapay sarsıntılarla depremi davet ederken coğrafi fay hattı belki de bunların ötesinde bir iradenin, yukarıdan bir kımıltının aşağıyı harekete geçirmesiyle, tamamlanmamış ve tamamlanması gereken, kaynak yapılmamış ve kaynaştırılması lüzumu bulunan öğelerin zorlamasıyla kendini gösteriyor. Sanki bir irade, kendinden uzaklaşmış olanı kendine getirmek, kendini görmeyi bırakmış olanı kendine baktırmak istiyor. Üstelik bu sadece bir coğrafya ile de sınırlı değil. Amerika yer yer hortumlar, kasırgalarla uğraşıyor; Avusturalya’nın aylardır süren yangınlarla başı belada, Çin belki de yüz binlerce Uygur Türk’ünü devasa toplama kamplarında toplamanın vergisini virüsün içeriden yıktığı kitlesel ölümlerle ödüyor. Dünyanın eli kolu bağlı belki, bütün bu küresel kıyımlara, vahşetlere, zulümlere aramızdan bazılarının ses çıkarmaya gücü yetmez belki, belki insan elinden çıkmış sistemlerin, Avrupa Birliklerinin, Birleşmiş Milletlerin, Asya Ekonomik Forumlarının, İslam İşbirliği Teşkilatlarının gücü yetmez zulmü durdurmaya ama bir virüs bütün eğrilikleri doğrultabilir, bir felaket bütün yanlışları silebilir, bir hortum bütün zulümleri hatırlatabilir.

Herkes, her coğrafya, her insan kendi kaderini yaşıyor kuşkusuz. Her insan kendinden sorumlu ve kaza da kader de Tanrı’nın elinde. Coğrafyalar, kültürler, medeniyetler de insanlar gibi iyiler ile kötüleri bir arada barındırıyor ve burada mutlak indirgemecilik hiçbir zaman bizi doğru sonuçlara götürmez. Ancak bir kültür, medeniyet veya coğrafyadaki iyi insanların sayısının artması o beldeyi olduğundan çok daha iyi yapar. Mikropların bile isyan ettiği kitlesel kıyımlara karşı kitle toplum örgütlerinden cevap gelmediğinde, insan harekete geçmediğinde hiç hesaba katılmayan virüsler “öç alınmak vakti gelmiştir” diyebilir ve bu da hayata tabidir.

Bütün bunlar sadece felaketi yaşayanların, sadece felakete maruz kalanların bedeniyle birlikte ruhu ve kalbinin yara aldığını, çizildiğini göstermez. Çubuk değen göz kadar çubuk değmiş gözü seyreden göz de acı çeker. Ve dünyanın neresinde olursa olsun her felaket bizi üzer. Amerikalı, Avrupalı, Asyalı, yuvarlak veya çekik gözlü, beyaz yahut kızıl renkli, bir insanın ölümü bütün insanlığın ölümüdür, biz böyle bakıyoruz. Bir insanın acısı bütün insanların acısıdır, biz böyle bakıyoruz. Tanrı’nın yasaları insanın yasalarına üstünlüklerini boy gösterisi olarak yapmaz, bir hatırlama vesilesi olarak yapar çoğu zaman, biz böyle bakıyoruz. Ayağı takılan daha dikkatli yürüsün diye, düşen daha kolay kalksın diye, hastalanan sağlığın değerini bilsin diyedir bazı şeyler, biz böyle bakıyoruz.

Allah belki de cezalandırmak için değil, hatırlatmak ve yeniden düşünmek için bir fırsat veriyor bize. Artık insanların evini başına yıkmaktan, incecik, taze bedenlerin üzerine lav püskürtmekten vazgeçin diyor Amerikalı’ya, hortum üzerinden; artık Uygur Türklerine yaptığınız zulüm yetişir, açın hapishane kapılarını, işkencelerinize son verin diyor Çinli’ye bir beldeye karşılık beş şehri izole ettirerek ve elbette Malatya, Elazığ, Adıyaman ve elbette Kayseri, Ankara, Manisa deprem sonrasındaki dayanışma deprem öncesinde olsa daha güzel yaşanmaz mı bu hayat diyor. Dinleyene ve anlayana her felaketin kurduğu bir cümle var kuşkusuz. Ve felaketin cümlesi aslında başka bazı şeyler de söylüyor: Keşke yerin yedi kat altında sıkışan insanları ‘canlı çıkarmayı’ bilmek kadar onları yerin yedi kat dibine göndermeyecek mimari dikkatimiz de olsa. Keşke deprem anında değil, deprem yokken de şehirlerimiz birbirine selam gönderse, atkı gönderse, battaniye gönderse, sevgi gönderse, saygı gösterse… Keşke deprem olmadan varmış gibi sevsek birbirimizi, deprem olduktan sonra kaldığımız yerden, yüzümüzü asarak devam etmesek hayatımıza?..

Her hatırlamanın felaketi işaret edip yüzümüzü buruşturduğu bir hayattan ne çıkar? Yüzümüze tebessüm yayan hatırlamalara ihtiyacımız var Tanrım, bize onları göster. Kötüye giden dünyamızı iyilerle doldur, iyileri yücelt, kötülere akıl fikir ver…