Felaket Tellâlları
Eskilerde bir tellâllar vardı, bir de felaket tellâlları vardı. İletişim yetersizliğinden bilgiye ulaşmanın imkansızlığından haber alma hürriyetinin bu kadar destursuz olmamasından bu ihtiyaç tellâllar vasıtası ile yapılırdı.
“Duyduk duymadık demeyin” diyerek başlarlardı. Ellerindeki ilanı bir seremoni ve edep içinde halka beyan ederlerdi. Sonra da haberin niteliğine göre beden dillerini neşeli ve hüzünlü bir şekilde kıyafetler ile bağdaştırarak halkı bilgilendirip vazifelerini kemali edeple yerine getirip geldikleri yerlere geri giderlerdi.
Bu tellâllar zamanın değer ve tanımlamasına göre farklılık arz ederlerdi. Mesela Ramazan ayları yaklaşınca dellâl olur, şehri bir şehrayine çevirirlerdi. Geceler bilhassa şenlenir, insanlar manevi iklimin hazzını doyasıya yaşarlardı. Kamu veya imparatorluk iradesinin temsilcisi olduklarında farklı dolaşırlardı sokaklarda. Umumi musibetlerde ayrı bir hal alırdı bu delâllık mesleği ve hakeza.
Günümüzde her şey aslından uzaklaştığı gibi tellâllar da aslından uzaklaşıp sadece olumsuzlukları topluma ulaştırarak bir nevi felaket yayıcılara dönüştüler. İster adına haber alma hürriyeti deyin, ister sosyalleşme isterseniz iletişim kurma ne derseniz deyin evvela televizyonlar kısacası medya en büyük felaket tellâlı olarak topluma olumsuz enerji yaymaktadır. Bunun zararını bütün toplum öncelikle aile hayatında ve iç mekanda yaşamaktadır.
Diğer felaket tellalları fıtratı bozulmuş mizacı yılan gibi sürekli zehir akıtan akrep gibi zehir üreten hiçbir olumsuzluğu göz ardı etmeyen her olumlu hali görmezlikten gelenlerdir. Bunların zehirleri bazen kalemlerinin uçlarında, bazen tuvallerindeki fırçalarının boyalarında, bazen canlandırdıkları teatral davranışlarında, bazen meclis kürsüsünde, bazen ekrandaki bir açık oturumda, çoğu zaman topluma etki edecek görsel, işitsel ve yazılı metinlerde boy gösterir. Bu fıtratlar değişmez. Yılan gibi sokmaktan hoşlanırlar. Zehir akıtmaktan zevk alırlar. Olumsuzluklar yaşama iklimleri, kötümserlik gözlükleri, denetlenemez arzularını tatmin etmek tek değerleridir.
Yüzlerinin arkasındaki gerginlik fırsat buldukça saldırganlığa dönüşür, beyinlerinin kıvrımlarındaki tabulara körü körüne bağlılık normalliğe evrilerek dışındakileri hep yok sayar. Kalplerindeki sevgiyi öteleyen nefret her fırsatı değerlendirerek serbest dolaşıma girer ve sürekli çevrim dışıdır. Ruhlarındaki kararmalar bedenlerini sürekli korumaya alarak başka bedenleri hep saldırgan addeder öyle de ifade ederler. İnançları arzularını tatmin eden her şeyleri olduğu için dayatmacı bir zihniyettedirler. Akılları başkalarının cebinde olduğu gibi benleri de üst benin zorba tarafının etkisinde kaldığından sürekli onun dayattığı yıkım, şiddet, nefret, korku ve kaygının tellalı olmayı en büyük şeref ve benlik tezahürü olarak görürler.
Bir diğer felaket tellâlları ise toplumun ümidi olması gerekirken sebeplerde boğulan, Allah’ın külli iradesini tamamen kulun cüzi iradesine tabi kılan bir tarafta iktidar karşıtı, diğer tarafta dünyanın geçiciliğini anlama çabası içinde kaybolan dindarlar, sosyal demokratlar, hakiki muhafazakârlar, samimi vatanperverlerdir. Bunların istemeden geniş dairedeki değerlendirmeleri ve konuşmaları Kur’an ve sünnet çizgisinden uzaklaşınca bir felaket tellâllığına inkılap eder. Ehil olmadıkları mevzularda fikir beyan ederler. Şahsi garazların temsilcileri olan gazetecilerin görüşlerine itibar ederler. Ekranda içi boşalmış insanların şatafatlı sözlerine kanarlar. Her söyleneni mihenge vurmadıklarından doğru zannedip yanlış davranırlar. Hakka ve adalete dayanmayan taraftarlıkları gözlerini kör eder. Siyasi konumlamaları her şeyi sadece siyah-beyaz renklerinde görür.
Halbuki biz biliriz ki tellâlın hakikati dellâldir. Her samimi Müslüman yeryüzünde bir halife olarak evvela Allah’ın canlı-şuurlu-imanlı bir mükerrem dellâlıdır. Ona bu şeref yeter, hatta artar bile. Sonra Efendimize ümmet olarak yeni bir delâllık vazifesi dahi yüklenir. Şeref üzerine şeref kazanır. Bu her iki delâllık vazifesinin tanımlamasında felaketi anlatmak yok, hidayete davet vardır. Çirkini görmek yok, güzeli anlatmak vardır. Şerri ve batılı tarif etmek yok, hayrı ve hakkı anlatmak vardır. Kusur görmek yok, iyilikleri görmek var. Gıybet etmek yok, sıdk var. Suizan yok, hüsnü zan vardır. Zulüm yok, adalet var. Gittiği yeri güzelleştirmek var. Dokunduğu şeye değer katmak var. Şefkat ve hikmet gözlükleriyle hadiselere bakmak var. İlmin izzetini korumanın ve hikmetin derinliğini insanlığa ulaştırmanın delâllık heyecanı vardır.
Peki biz ne yapıyoruz şimdi? Hak ve adil olmayan bir taraftarlıkla hakkımız olmadığı halde en yakınımızın dahi kusurlarının delâllığını yapmayı bir hak görüyoruz. Umumi musibet dönemlerini nefsimizin kusurlarını benliğimizin karanlık noktalarını görmek için bir fırsat değil, muhalif olarak gördüklerimizin bize hoş görünmeyen ve beğenmediğimiz taraflarının delâllığını yapma fırsatı görüyoruz.
Allah insaf versin!
Umarım bu salgın dönemindeki en büyük arınmamız, felaket tellalları olmaktan kurtulup Hakk’ın ve hakikatin dellâlı olmaya erişmemiz olur.
Felaket tellâllığından Hakk’ın dellâllığına ulaşmamız temennisiyle...