‘‘Fe Eyne Tezhebün…?’’ ( 1 )
Son birkaç aydır tam anlamıyla kalemim kısır bir hâlde can çekişiyor. Kelamın tesirindeki zayıflıktan mı, kelimeler hücrelerde neyin cezasında, söz ziyan olmasın diye mi ya da ne. Yürekler mi zindanda, dünya mı zindanlaşmış. Hayallere bile acıyorum, kanayan ne, kim vurdumduymaz, umdeleri kim gömdü, ilkeler diye bir tabir vardı sanki galiba, ‘dava’nın sızısını ceylanlar bile hisseder olmuş. Samimiyetsizliğin azabında sanki hemen her şey. Sanki herkes mahpus, sanki her şey veba. Azap salgınında mıyız…
Bu hâl anlatılabilemez, nasıl anlaşıla ya ruh…
Dava adamlarının -mümkün olsa- ruhunu bile satılığa çıkarabileceğini görmek nedir, neyin nesidir. Dün şikâyet ettiklerimizi bugün hangi ilkeye sığdırıp kendimize meşru görüyoruz. Adalet ve hakkaniyet bizim ruhumuzu diri tutan ufuk değil miydi. İnsanlığa hizmet etmek ve insanlığa ‘güzel ahlakı’ tebliğ etmek bizim mutlak menzilimiz değil miydi. Bir yetimin başını okşamak kâinatın bütün hazinelerine bedel değil miydi, o kutsi dergâhımızda. Hani biz gönül erenleriydik, hani biz seccade müdavimiydik, biz değil miydik fırsat bulsak ya da fırsat verilse bize, gönül imparatorluğuna amele olup taş taşımak için nefsini ezip geçenlerden idik… Acıyorum. Sabahlara kadar acıyorum. Rüyalara kadar, sorgusuz sualsiz geçen hayatlara kadar acıyorum.
Dün Kudüs için, Doğu Türkistan için, Bosna, Halepçe için nutuklar savuran yaralı gönüllerin yalan yüzlerini gördüğüm için üzülüyor kahroluyorum. İnsan için insanlık için sabahlara değin dua edenler biliyorum, bilmez olaydım hele, bakın bakın hele, makam, mevki nasıl da şaraba döndürüp sarhoşlaştırmış asalak bedenlerimizi. Ne çabuk unuttuk geldiğimiz mahalleyi. Biz intikam için mi geldik, dışlamak, yaftalamak için gelmedik, kin kusturmak, gidişine dua edilen düşmanın dönüşünü gözletenlerden olmak için mi geldik. Sözünden dahi kâinatın fethinin ümidini aldığımız adamlar pardon kişilerin bir derneğin basit yöneticiliği için nasıl zavallılaştığını görmek neyin cezasıdır yahu. Adalete hizmet ilkesini nasıl da saz ve söz nakaratı bellemişiz. Eğer benden nefret ettiğini ifade eden insanlar bile benim kapımda hakkımda kötü zanna kapıldığı için benden özür dilemiyorsa, daha da doğrusu ben bunu onlara izah edecek bir hayat yaşamıyorsam, daha ben neyi konuşuyorum, daha ben neyin edebiyatını yapıyorum. Dün bana cephe alanlara bugün ben ümit olamıyorsam, inancım dahil her şeyi sorgulamıyor, şahsiyetimi ve tüm değerlerimi ameliyat masasına yatırmıyorsam şayet ben, ben yaşadığını düşünen koca bir hiçim o halde.
Dün bütün mazlumlar ve inancım için gözyaşımı gizli gizli dökerken kutularda, bugün hiç çekinmeden faize bulaştıysam, mazlumun hukukunu çiğneyecek hududu deldiysem, bunu kendime reva görecek kadar fetva verecek bir düzeye geldiysem, düzeysizliğin çukuruna layık olduğumu göremeyecek kadar kör bir ucubeye döndüğümü de fark edemeyeceğim ne yazık ki. Mücahitlerin müteahhitte dönüşü nasıl da trajik bir nefret. Müslüman zengin olmasın demiyorum elbet; Müslüman zenginliğinin hesabını vermeyi unutmuş bir haldedir bunu diyorum sadece. İnsanlığa ümit olamadığımızı henüz fark etmediğimiz için çöküşümüz, ruhlarımızın avareliğini pek tabii ki toparlayamayacağız baloların gösterişli çirkinliğinde. Evladına bile ebeveynlik edemeyen beşer, çıkmış bir ümmeti toparlamaktan bahsediyor. Şehadetin saadetine kana kana talip olanlar, bugün gecelik bilmem kaç bin dolar ödeyerek, o en serin şerbetini 50. kattan içerek Kabe-i Muazzama’ya bakıp tv. kanallarında sörf yapmanın entelliğini kendi dünyasında yaşıyor, yakışır. Medine-i Münevvere’ye gidip de kalbini nerede unutmuş olabilir ademoğlu, ah, ah biz… ‘‘Fe Eyne Tezhebün…?’’ ( Bu gidiş nereye…)