Farklı Dünyalar
Uzaktan bakınca ne kadar da aynı, yaklaşınca ne kadar da farklıyız? Sanki iki farklı gezegenlerden gelmişiz… Sanki iki ayrı maya, iki ayrı süt, iki ayrı hava beslemiş bizi… Durduğumuz yer de, geldiğimiz yer, baktığımız yer de farklı… Atom bombasını işitmez kulağı kimimizin, kimimizin her an kelebek nefesi kulak memesinde… Kimimiz çıtırtıyla birbirinden ayrılan kuru çöpün haşyetiyle irkilir, burulur, üzülür, rüzgarın incittiği çiçeğe dert ortağı olur; kimimiz kopan bacağa, yırtılan ete, kırılan yüreğe umarsız kalır, çınar ağacını kökünden söküp atan kasırgaya sağır…
Görünmeyeni görüyor bir kısmımız, görünenin ötesine kör ötekimiz. Nereye gitse yüreğindekilerle dolu, hoş, şen şakrak kimimiz; bazımızın yüreğinde sade kendi, huzursuz, boş, kalabalıkta yalnız… Bir zamanlar görünmeyeni gören gözlerle ışırdı, melekler her an hayat taşırdı; şimdiyse yaşayıp yaşamadığına şahit isteyen sayısız cesetle dolu, korkulu, ürperti verici şehirler… Böyle böyle buharlaştı hayatın nefesi dünyadan, böylece yürek umudunu kesti sedadan, sesten. Ve artık iki tip insan var karşımızda: Yüreği konuşmayı unuttuğu için ağzı ha bire laf yapan; yüreği konuştuğu için ağzını bıçak açmayan… Söz yüreğe çarpmıyor, yürek söze dokunmuyor… Yürekler anlamayı unutmuşsa anlamak nedir insana?..
Yanımızdakiler bile yabancı artık bazılarımız için; aynı şehirden insanlar bile, aynı mahalleden, aynı evden hatta… Bazımız içinse bırakın başka şehirleri, başka ülkeleri, başka kıtaları binlerce yıl önce yaşayıp ölmüşler bile kardeş, dost, ahbap… Kimimiz alabildiğine daraltmış görüş alanını, dünyanın sahibi olduğu halde içten tek bir seveni yok; kimimizin gözleri sonuna kadar açık, açta açıkta belki ya dünyanın bütün insanları görüş alanında bakıp duruyor onlara. Kimimiz dünyada nereye baksa sadece kendini görüyor, kimimizin gözleri ancak dünyayı dolaşınca kendine geliyor.
Karıncanın su içmesi bile ferahlık veriyor yaz sıcağında bazımıza, bazımız gümbürtüyle akan şelalenin farkında değil. Irmaklar, gök gürültüleri, yağmurlar, çıtırtılar, kıvılcımlar, alazlar başka bir dünyaya ait sanki birileri için. Ötekilerse ha bire kıyı arayışında… Bir ırmak olsa da kenarına kurulup şöyle bir dalıp gitsem uzaklara… Bir ırmak, alıp götürse beni de sesinin çağlayanlarına çağıra çağıra... Bir dere kenarı, taşlara çarpa çarpa akan küçük bir su… Bir yağmur yağsa sonra, şöyle inceden, tıpırtıyla dokunsa yanaklarıma, omuzlarımda çiçek açsa… Ah bir deniz kıyısı, köpükleri umuttan, çarpıp dursa şöylece çıplak ayaklarıma… Bense kıyıda, bense kıyıdan onun alıp götüreceği sayısız resim çizsem… Haykırsa gök, bir ağacın dibine tünesem, uzaktan, çok uzaktan, kim bilir unuttuğum bir geçmişten, kim bilir hiçbir zaman gidemeyeceğim geleceğe akan bir şimşek çaksa, ışığının içine beni de alsa… Üşüsem, gecenin bir vakti, karanlığın bir yerinde, otursam bir çimene, bir ateş yansa, çıtırtısı kulağımdan hiç gitmese… Kırmızılar, maviler, turuncular, beyazlar beni içine alsa… Hatta ölüm bile, gelse, burnumdan içeri girse, alsa, götürse… Diğerleriyse susamıyor hiç, diğerleri için ses fizik kitabının sayfaları arasında, olsa olsa… Ve kokular… Rüzgarla buluşmuş iğde kokusu, toprakla buluşmuş yağmur kokusu, fırından henüz çıkmış ekmek kokusu, karları eriten güneşin bahar kokusu… Unutmuş diğerleri bunları, bu hayat kokularını, fabrika dumanları arasında… Dokunmayı da seviyor üstelik bazıları. ‘Suyuz, su gibiyiz, sudayız, sudanız’ diyor. ‘Akmayı o yüzden, dokunmayı o yüzden severiz biz, bizim için her canlı sudan, su gibi aziz. Sanki ancak dokunduklarımız varmış, sanki ancak dokununca yaşarmışız gibi. Suya dokunur gibi dokunuruz göğe de, kaktüsü bile okşar ellerimiz.’ Neye dokunsa yumuşatıyor, neye baksa güzelleştiriyor, neyi düşünse yeniden varlaştırıyor kimileri. Kimilerininse dokunduğu her şey kuruyor, baktığı çirkinleşiyor, düşündüğü ölü… Ölülerden niye bahsedelim ki? Ama yazı işte, devam etmeli.
Bazımızsa hırsın öldürdüğü kalplerle yaşıyor. Ölü kalple uyanıyor, koşturuyor, yoruluyor, sonra bir ceset gibi yığılıyor gecenin bir vaktinde, gecenin ayaklarının dibine… Dünyanın sahibi olmak öyle mi? Dünyanın efendisi… Oturmadığın evlerin, yolculuğa çıkmadığın gemilerin, binmediğin trenlerin, tanımadığın insanların efendisi… Kimseye faydası olmayan paraların, kimseye ulaşmayan cümlelerin, kimsenin tanımadığı merhametlerin efendisi… Efendi ama işte, bir şekilde mutlu, aynada sadece kendisi… ‘Ah biraz daha param olsa, ah biraz daha kazansam, ah biraz daha bağlar, bahçeler, biraz daha mülkler, temellükler, biraz daha zevkler, eğlenceler, tatminler…’ Uzayıp gider ‘biraz daha’lar, birbirinin yerine geçip durur kimimiz için. Sonu gelmez hırs robotları, dünyayı metalleştirenler... Paranın aynasından bakınca insan gök görünür mü, üstelik zaten her şeyiniz var’ dersiniz? ‘Benimki de bir şey mi’ derler? Paraysa, biraz daha olsa, gözümün çukurları parayla dolsa… Ama zaten kendinize yetecek kadar arsanız, villanız. Bir de gökdelenim olsa. Ama zaten eğleniyorsunuz, sıhhatiniz yerinde, keyfiniz gıcır. Benimkine de keyif mi denir, sıhhat dediğin nedir? Gerçekte(n) bir şeyi olmayanlar, yoksullar, yürek fakirleri, o kapıdan içeri hayat girer mi?..
Velhasıl, gözü hep yola çıktığı yerde olanlar ile yola çıktığı yeri unutanlar arasındaki farktır bu. Nereden gelip nereye vardığının hesabıyla şükredip duranlarla daha hızlı koşsam daha çok mesafe alırdım diyenler arasındaki… Soyağacını Adem’den başlatıp getirenlerle asaleti kendinden menkuller arasındaki farktır bu. Dünyanın bütününe misafir olanlar ile dünyanın bütününe sahip olduğunu vehmedenler arasındaki… Dünyanın bütün insanlarına sahip çıkanlar, onların dertleriyle dertlenip sevinçleriyle havaya uçanlar ile kendini dünyanın efendisi addedip parmağı incindiğinde ötekilerin kolunu kesecek kadar egoist olanlar arasındaki farktır bu…
Söyledik ya insanlar ikiye ayrılıyor bu tasnife göre. Görenler ile görmeyenler, duyanlar ile duymayanlar, hissedenler ile hissetmeyenler, düşünenler ile düşünmeyenler, sevenler ile nefret edenler, sabredenler ile hırs edenler, acı çekenler ile acımayanlar... Unuttun mu diyorsunuz, üçüncüleri mi diyorsunuz, onlar mı, o zulme seyirci kalanlar, o kötülüğe cevabı sukut olanlar mı diyorsunuz, onlar; ‘aman bana ne’ diyenler, ‘bin yıl yaşasın bana dokunmayan yılanlar’, ‘ben kendime bakarım, kendi işimi yaparımcı’lar, miyop yürekliler, kalın enseliler, burnundan kıl aldırmayanlar, talaşlar, kapçıklar… Kim onlar, kim ki onlar? Hayır, elbette hayır, hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir biçimde olmadılar… Olmayanları niye hesaba katalım ki?