Ezandan rahatsız olanlar…
ANDIMIZ ve CHP Ardahan Milletvekili Öztürk Yılmaz’ın Türkçe ezan densizliğiyle başlayan, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın hasta Kadir Mısıroğlu’nu ziyareti, kara çarşaflı kadının Atatürk heykeline baltayla saldırısı, üniversite öğrencisi Emine Şahin’in “Atatürk ilah değildir” ifadesinin ardından Mine Kırıkkanat’ın “Atatürk benim ilahım, tapıyorum” hezeyanlarıyla devam eden bir süreç yaşıyoruz.
Tıpkı 28 Şubat günlerindeki gibi Türkiye’yi yönetenlerin şahsında Müslümanlara yeniden “had bildirme” operasyonu çekiliyor. Birileri tarihi tekerrür ettirmek için 28 Şubat’ta yaşanan filmi tekrar vizyona sokmaya çabalıyor.
***
Günlerdir tartışılan “Ezan Türkçe okunmalı” meselesi, CHP’nin bilinçaltındaki zihniyetin Öztürk Yılmaz’la 1 adım öne çıkma halidir. Yılmaz, kahramanlık(!) yapıp öne çıktığında Nasreddin Hoca’nın fil hikâyesinde olduğu gibi umduğu desteği göremeyince lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na savaş açmış, “Defolup gideceksiniz, istifa etmiyorum, ne yapıyorsan yap. Sıkıyorsa, hadi bakalım at beni buradan, rezil ol, kepaze ol…” ifadeleriyle monşerliğin kırmızı çizgilerini yerle yeksan etmiş, hızını alamayıp “CHP camileri ahır yaptı” mevzuuna girerek Tek Parti’yi savunmaya çalışmıştı.
Böyle ana muhalefet memleketi batırır!..
Ne yaparsınız, huylu huyundan vazgeçmiyor!.. 18 yıl boyunca Ezan-ı Muhammediye’ye hasret bırakan bu zihniyetin emellerini yeniden hortlatma hastalığı zaman zaman nüksediyor.
***
Hatırladığım kadarıyla ezanla ilgili en son tartışma 2012 yılında yaşanmıştı.
O günlerde bir sinema dergisinin mayıs sayısında Yılmaz Erdoğan’la gerçekleştirdiği röportaj konuşuluyordu.
Erdoğan uzunca mülakatının bir bölümünde diyor ki, “Türkiye’deki bir sette günde beş kez ezan için durursun, ‘Aziz Allah’ dersin, beklersin, çay içersin ama filmde duyulmaz o ezan…” Bu serzeniş popüler birinin ağzından dökülünce, “ezanda kulağı, namazda gözü olmayan”lar ahkam kesmeye başladı.
Erdoğan’ı eleştirmek ve desteklemek için onca laf edildi, onca yazı serdedildi. Birkaçı müstesna, çoğunluğu yazmak için yazılmış, söylenmek için söylenmiş şeylerdi. Oysa Erdoğan’ın “yeni bir sayfada sana bakmak“ isimli şiirine bir göz atsalardı, bu serzeniş Erdoğan’ın içinde kopan fırtınaların dışavurumu olduğunu görürlerdi. Dalkavukluk benzetmesi yapanlar, yutkunur, belki de utanırdı.
Ezana duyulan bu tahammülsüzlük, yakın tarihimizde yaşanan travmaların hâlâ devam ettiğinin göstergesi. Bırakın “filmlerde duyulmayan ezan sesleri”ni, bu ülkede semtinde okunan ezandan rahatsız olup suç duyurusunda bulunan “Müslüman”lar var. Oysa bütün ritim bozukluklarına (bu anlamda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hâlâ yetersiz olduğu aşikârdır) rağmen “ezan”dan rahatsız olmak ruhsuzluktur, ahmaklıktır.
***
Ezandan rahatsız olanlar, (30 Ocak 1932 / 16 Haziran 1950 yılları arasında ezan Türkçe okutuldu) onun şifreleriyle oynamadılar mı?
İlk Türkçe ezanı Fatih Camii’nin minaresinden Hafız Rıfat’a okutup, Fatih Sultan Mehmed’in kemiklerini sızlatmadılar mı? Türkçe ezan saçmalığı yüzünden bu millete 18 yıl “ezan travması” yaşatmadılar mı?
Bu ülke, Türkçe ezan hayalleri kuran darbeci Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in Umre’de “Malezyalı, İranlı, Amerikalı ezanı kendi dillerinde okursa, din dinlikten çıkar” diyerek hidayete(!) ermesiyle, “2. Türkçe Ezan Vak’ası”nı son anda teğet geçmedi mi?
Bu sebeplerle, mesele ezanı konuşmak değil, “ezan”ın içini doldurarak, anlamaktır.
***
Ezan nâmedir...
Emir’ül Müminin ve Sahib’ül Ezân’ın düşlerini aynı anda süsleyen bir akitleşmenin şifresidir; EZAN.
Bu manifesto; küçük sonsuzların büyük sonsuza açılan “iltica kapısı” olmuş, siyahî bir kölenin bembeyaz dişleri arasından dudaklarına döküldüğü günden beri.
Ve bu “çağrı” Medine sokaklarından dünyaya yayıldıkça, Rahmet Peygamberi’nin “Erihna ya Bilâl, erihna!..” terennümü mâkes bulmuş asırlarca.
Onun için Medine’de bir başka okunur ezanlar; BİLÂLCE.
***
Mescid-i Nebevî’nin Mescid’in Bab’üs Selam Kapısı’ndan girip, Rahmet Peygamberiyle ayetlerin tilavetini titreyerek dinleyip, Cibril Kapısı’ndan çıktığınızda yeni bir çağrı, yeni bir inkılâb bekler her vakit sizi; BİLÂL’İN EZANLARI.
5 vakit “coşaradım“ geldiğinde Medine’nin Bilâlleri, dünyanın hiçbir yerinde tadamayacağınız senfoniyle bir ziyafet vermeye başlar. Yeryüzü mescidleri, iftar sofraları gibi şenlenir. Daha önce defalarca tattığınız “iltica kapısı”nın şükür şemsiyeleri, sizi hazan mevsiminden alıp haz mevsimine seyahat ettirir. Kevser damlacıkları, meleklerin seremonisiyle ruhunuza damlayıverir.
Kurtuluşu muştulayan, risaleti haykıran, akti 5 vakit tazeleyen, güneşi peşine takarak âlemleri şûlesine hayran bırakan, elle tutulan ve tutulmayanı BİR huzurunda cemleyendir; EZAN.
Ve sonrasında; “Allahım!.. Ey bu davetin ve kılınacak namazın Rabbi, efendimiz Hz. Muhammed’e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ver. Onu, kendisine vaat ettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır” duasıyla şefaate kapı aralayandır; EZAN.
***
Ezanların başkaca okunduğu bir belde daha vardır; kandillerinden nûr damlayan 7 tepeli İstanbul. Ezan-ı Muhammedî, makamdan makama geçerek bir başka cüş-i huruş eyler bu beldenin semalarında. Bilâllerin yanık sesinde, Abese’yle müjdeli âmâ Abdullah İbn-i Mektûmların nefesinde. Sabâ, Dilkeşhâveran, Rast, Hicaz, Hicaz, Segah, Uşşak, Bayatî, Nevâ makamları birbiriyle raks eder, payitahtın üzerinde.
Müslimi hayran, gayrimüslümi hayran...
“Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster...” diyen Nâzım hayran...
“Şu ezanlar ki, şehâdetleri dinin temeli...” diyen Âkif hayran...
Bu ilahi tınıya kulağı olan herkes hayran.
***
Bu şehirde camiler, Fetih ve Fatih’ten beri ezanları Bilâl’in dilinden bir başka konuşur. Öyle bir muhabbet ki, minareden minareye gidip gelirken Marmara’da medcezirler oluşturur. Ve önce semaya yükselir... Sonrasında sokaklara düşer; efsunkâr tınısıyla meşk edecek ruhlar arar... Gönülleri yakar-yıkar; fakat târûmar etmez asla.
Hiç eskimeyen haberler verirler medeniyetler ötesinden. Çift minareli selâtin camilerinde, çifte ezanlar okunur şerefelerden. Sultanahmet‘ten rast makamında yükselen sese, tek kubbeli ve sol minareli Firuz Ağa Camii karşılık verir. Caddelerde yürüyenler, ara sokaklarda demlenenler ve dahi ecnebiler vurgun yemişcesine gibi dakikalar süren bu ilahi düeti dinler. Heyhat ki, dinleyenler arasında sadece Ayasofya mahzun. Uşşak makamında çağrıya başlayan Nuruosmaniye‘ye, önce Gazi Atikali Paşa Camii, daha sonra ise Mahmutpaşa Camii katılır. Bu üçlünün sunduğu ilahi senfoniye melekler bile gıpta eder. İstanbul fethedilmezden önce fethedilen ensar ruhlu Üsküdar; Marmara Boğazı’nı aşıp payitahta ulaştırıverir, Valide Camii ve Mihrimah Sultan’ın arasındaki cezbeyi.
Ne tuhaftır. Bu geleneği başlatan “müjdeli komutan”ın mabedi yalnızdır, onca kalabalıklar arasında. Sitem edecek, sesine ses verecek bir kimsesi yoktur yanında, yakınında. O da başlar kendi minareleri ve şerefeleri arasında rast ve uşşak makamında hasbihâle. Bir minare ezanca konuşur diğeri susar, diğeri Bilâlce üfler ruhunu semaya, nûrdan bir şûle olup Fatih’in üzerine düşer.
Hû hûlara belenir ezanlar; sarı taşlı mabedlerce, beyaz benizli Bilâllerce sabahtan öğleye, ikindiden akşama, yatsıdan fecre kadar... Secdeye kapanıp, uzanır mesafesizce; mahyalarından nûr hâleleri damlayan Ramazanlara, yetimlerin başlarının okşandığı Bayramlara, Kubbet’ul Hadra’nın altında yatanlara, Gül’ün izinden mi’raca kadar...
Bir düşünsenize...
Ezan olmasa; kulaklara ne üflenecekti?
Ezan olmasa; mü’minler mi’raca nasıl yükselecekti?
Ezan olmasa; nasıl tutulacaktı oruç, bırakılacaktı tutulduğu gibi...
Bir düşünsenize...
Ezanda kulağı olmayanın; nelerden mahrum kaldığını...