Eylül
Sizi bilmem ama ben Eylül’ü edebi
mızmızlıklarla heba etmeyi hiç düşünmüyorum. Faniliğe hayıflanmak yerine iyi ki
geçip gidiyor olduğumuza sevinme ayı olarak ilan edebiliriz Eylül’ü. Bu ilan
yalnızca edeni bağlasa da…
Hayal edin! Şehirlerarası bir otobüsün,
gecenin bir yarısı, tekerleklerinin ucunda geçip gitmesi bir şehrin içinden, ne
güzeldir. İlk gençliğinden ve son gençliğinden, deliliğinden ve serseriliğinden
yorulmuş bir faninin hayatının bir noktasında durması, bir bakması ardına ve
bir daha görmemecesine dönüp önüne keyfini yudumlaması… Ağır ağır ve bütün bir hayatın “Oh olsun! Ne
güzel geçmiş gitmiş!” olduğunun seyri… Ya kalsaydı. Ya hiç kıpırdamasaydı
yerinden. Ya hep aynı kalsa ve bir tekrar mengenesinde boğulsaydı ömrü… Ne olurdu…
Mevsimler ve tabiatları üstümüze gelir.
İçimize girer ve bizi kendilerine benzetirler, evet. Fakat bizim aklımız da
armut toplamıyor. Biz de bakış ve anlam yükleme maharetimizle dolaşıyoruz
yeryüzünü. Biz de onların altından girip üstünden, üstesinden gelebiliriz.
Dolayısıyla ne kış, her vakit kıyamettir. Ne yaz, her daim sazdır, sözdür. Hele
baharın her zaman pür neşe olduğunu veya son baharın pür hüzün olduğunu kim
söylüyor? Bahar da olsa son olduğunu kim vurguluyor? Hayatımızda en az elli-
altmış-yetmiş bahara, ıslak gözlerimizi belertip de “Bu son! Vallahi bu son!”
dedik te ne oldu? Bir daha geldi ve yalanımızı yutup afiyetle yaşadık.
Öncesinde de erik çaldığımız, papatyaları kel bıraktığımız nice ilkbaharlar var
iyi mi?! Faniliğin bütün bu imkânlarına rağmen, Eylül’de mutluluğun bitişine,
çıkışına gelindiğini ve bu ayın kayıtsız şartsız ayrılığa çıktığını kim iddia
ediyor?
Bir mevsim bir mevsim değildir. Bir mevsim
dört mevsimdir. Bir mevsim diğer üçünden gelmiştir. Ve gidecektir de.
Durmayacaktır durduğu yerde. Sonbahar
sonbahar oluncaya dek daha çok bir yaz ve biraz da ilkbahardır. Yazın
bungunluğuna kıştan önce gönderilmiş bir yelpaze değilse, nedir Eylül? Hem
kıyamete yumuşak geçiş gibidir. Kıyametin/yıkılıp yeniden kalkmanın heyecanıyla
ilk kez yakınlık kurmak gibidir. Merhaba; değişecek olmak! Merhaba; düzenin
sürekliliği ve dengenin müjdecisi! Yeniden yapılanmak için yıkılmanın değerini
konuşma aralığı merhaba! Demek gibi değil midir, Eylül…
Artık Eylül’ü edebiyatın, hele de mızmız
edebiyatın eline vermemeli belki de…
Mehmet Rauf’un adına roman yazmış olduğu
Eylül her zaman umutsuz bir aşkın yaşanacağına dair uzun uzadıya bir fal gibi
durdu zihnimizde. Nevi şahsına münhasır bir ruh halini o yaşanmışlığa has
kılamadı ve kendi hayatına aldı belki çoğu okur. En çok ta yaşanılacak bir
olayın uzatmalı tahlilinin o olayı yaşanmaz kıldığına, dolayısıyla edebiyatın
hayatı yaşanılası kılmak kadar, yaşanılmaz kılmak gibi bir fonksiyonu da
olduğuna işaret etmek gerek belki de…
Bu belkilerin hepsi ‘düşünmeye devam
ediyoruz, farklı düşünebiliriz-‘in levhası olsun. Fakat ben abartılmış olan her
şey gibi, edebiyatın da kendi arkasına nasıl saklandığının ve onu nasıl olup ta
doğru sobeleyebileceğimin peşindeyim. Zihinsel saklambacımız için alacakaranlık
veya hiç uğranmamış noktaları seçmek peşinde…
Yine Ahmet Altan’ın “Eylül’de bütün
aşklardan ve kadınlardan korkma” geleneğine uymak gerekmez. Belki “korktuğuna
uğramamak için yapılması gereken nedir?” sorusu ağırlanabilir son yaz
gecelerinde… Zaten korkunun ecele bir faydası olmadığına göre, -çok insani
olduğu için- korkusuzluğu değil de, daha az korkuyla ecele yürümek gerekir.
Korkudan tir tir titreyeceğimize, cesaretimizden korkmayı deneyebiliriz.
Eylül'e neden bu kadar yükleniliyor, anlamıyorum. Senenin tek bir ayı değil ya bu... "Eylül'de geeel" mez, bakarsınız Ekim'de çıkagelir beklediğiniz. Gam mı, zam mı, bilemeyiz orasını… Üzmeyin kendinizi...
Hayat hep o -ne idüğü belirsiz- bir Nisan
mizahı. Ya da iki Nisan ciddiyetinde devamda...
Bakın. Balıkçı simitçiyi masum kahvaltısına çağırdı. O kadar teklifsiz bir "gel" di ki bu, az kalsın ben de damlayacaktım tekneye...