“Evde Kal”manın iyi hâlleri
Evi atölye veya dükkândan ayıran en mühim taraf, insanın eşya ile değil, insanla karşılaşmasıdır. İnsanın insan ile karşılaşması, cansız madde ile karşılaşmasından tamamı ile farklıdır.
Yazarlar,romancılar, şairler de ‘evde kal’manın engin hazzını her zaman duymuş ve bu duygularını eserleriyle okurlarına da hissettirmişlerdir.
Ülkemizde ve dünyada bütün yetkililer, vatandaşlarına ‘evde kal’maları gerektiğini söylüyorlar. Şu anda bütün insanlığı tehdit eden Koronavirüs’ün daha fazla yayılmaması için bunun gerekli olduğunun altını özellikle çiziyorlar. Hekimler, uzmanlar ve devlet idarecileri, her konuşmalarında toplu olarak bir araya gelinmemesini, ‘sosyal mesafe’ye dikkat edilmesini ve bir süre evde yaşanması gerektiğini defalarca belirtiyorlar.
Hep evdeyim
Peki çok mu zor evde kalmak, her gün yatıp kalktığımız biricik sığınağımızda ikamet etmek hakikaten bazılarının öne sürdüğü gibi sıkıcı bir hâl midir? Asla değil! Aslında kıymetini bilsek dünyanın en güzel işi, kişinin evde bulunmasıdır, ailenin diğer fertleriyle birlikte olmasıdır. Şu anda çalışmıyorum, dolayısıyla hep evdeyim. Ama çalışırken de en fazla pazar günlerini severdim. Zira dünyada çok sevdiğim kişilerle birlikte oluyordum. Ev saadetimizi, kedimiz Lokum tamamlıyordu. Diğer günler biraz zor olsa da pazarları mutlaka ailece kahvaltı yapardık, sadece bu nimet bile anlatılamayacak kadar güzel değil mi?
Evler üretim yeri
Çocukluğumu yaşadığım Siirt’in 1970’li yıllarında memlekette çok sevilen ve hürmet gören bir âlim vardı: Şeyh Celâl (Kardeş) Efendi. Hep evinde oturur, dışarı pek çıkmazdı. Yalnızca cumaları evden ayrılırdı. O da evine çok yakın olan camiye gidip namazını kılar ve çabucak dönerdi. Zira evde muazzam bir hazinesi vardı: Binlerce eserden meydana gelen zengin kütüphanesi… Gece gündüz ilmî ve İslamî eserleri okuyor, evine gelen vatandaşların dinî müşküllerini hallediyor, sorularına cevap veriyordu. Doğu’nun bu kıymetli İslam âlimi Celal Hoca, 1887 senesinde doğmuş, 1973 yılında da ebedî âleme göçmüştü. Cenaze namazına, kendisinden ömür boyu istifade eden binlerce hemşerisi katılmış ve onu ahirete yolcu etmişlerdi. Vefatının üzerinden yıllar geçti. Ama memleketten hâlâ hürmetle, rahmetle ve şükranla yâd ediliyor.
Helal kazancın merkezi
Her şehrimizde ömrünü ilme adamış böyle âlimlerimiz vardır. Sadece onlar mı? Evini âdeta atölyeye dönüştüren hattatlar, ressamlar, mücellitler, tezhip, ebru ve minyatür sanatkârları da yok mu? Evin bir odasında veya köşesinde sanatlarını icra ediyor, hatta talebe yetiştiriyorlar. Geçmişten bugüne baktığımızda farklı sanatlarda mesleğini icra eden birçok sanatkârın dışarıda değil evinde çalıştığını görüyor, biliyoruz. Aslolan üretmektir. Bugün insanlarımız, Anadolu’nun pek çok yerinde, köylerde ve kasabalardaki evlerinde kurdukları tezgâhlarda battaniyeler, kilimler ve seccadeler dokuyorlar; heybeler, kazaklar ve çoraplar örüyorlar ve maişetlerini bu şekilde temin ediyorlar. Helal kazanç için çalışmanın yeri yok. Evde boncuk işleri yapan, tespih dizen birçok ev hanımı var. Demek ki evler, aynı zamanda helal kazancın da biricik merkezi.
Evler ilham kaynağı
Edebiyatçıların çoğu ilerleyen yaşlarında evlerinde kalmaya başlamış ve asıl edebî eserlerini işte bu zaman zarfı içinde vücuda getirmişlerdir. İyi bir gözlemci olan edipler, hafızalarındaki yaşanmışlıkları yeni hayatlarıyla zenginleştirmiş ve hepimizin büyük keyifle okuduğu romanları, hikâyeleri kaleme almışlardır. Onlardan biri de şiirleri, hikâyeleri, romanları, biyografileri ve araştırma kitaplarıyla tanıdığımız merhum Mustafa Miyasoğlu idi. Bugünlerde Fatma Gülşen Koçak’ın Geleceği Kuran Kadınlar isimli eserini yeniden okuyorum. Orada edebiyatçıların ev hâlleri anlatılıyor. Koçak, Miyasoğlu’nun eşi Nilüfer Hanımla da görüşüyor ve Mustafa Beyin çalışma tarzını soruyor. Nilüfer Hanım, Mustafa Beyin evde iken odasına çekildiğini ve sessizce çalıştığını söylüyor. Bu durumu bilen çocuklarının da babalarını yazı yazarken rahatsız etmediklerini belirtiyor. Mustafa Bey, çalışma masasından kalktıktan sonra çocuklarıyla oynamaya başlar, babalık şefkatini gösterirmiş.
Roman kahramanı Serpil öldü
Edebiyatçılar duygu insanıdır. Bazen hikâyelerindeki veya romanlarındaki kahramanları o kadar benimserler ki onların acılarını yaşar, sevinçleriyle mutlu olurlar. Bir bakıma kahramanlarını içselleştirir, aile bireyleri gibi kabul ederler. Zaten bu hissi iyi şekilde duyamazlarsa eserleriyle okuyucularını etkileyemezler. Nilüfer Hanım, eşinin Güzel Ölüm romanını yazdığı sırada cereyan eden ilginç bir hatırasını Fatma Gülşen Koçak’a anlatırken âdeta o günleri yaşar gibidir:
“Odasında, daktilosunun başında çalışıyordu. Güzel Ölüm romanının sonlarına gelmişti. O gün de komşum, kızıyla bizdeydi. Mustafa Bey, büyük oğlumla akran olan komşu kızını pek severdi. Küçük kız da Mustafa Bey’i sevdiğinden çalışma odasına çekinmeden girmişti. Ama az sonra şaşkın ve biraz da üzgün bir şekilde çıktı ve ‘Mustafa amca niye ağlıyor?’ diye sordu. Ne olduğunu tahmin etmiştim. Eşimin yanına gittim ve ‘Ne oldu canım? Serpil’i öldürdün mü?’ dedim. ‘Öldü.’ dedi ağlamaklı. Bir an bakıştık ve hüzünlü havayı dağıtmak için, ‘Başın sağ olsun’ dedim, gülüştük.”
Akademiye dönüşen evler
Birçok şairin, yazarın evi birer akademiye dönüşmüştür. Kültür tarihçimiz Dursun Gürlek ile 1980’lerin ortalarında Göztepe’deki evinde ziyaret ettiğimiz mütefekkir yazar Cemil Meriç, evini âdeta fakülteye dönüştürmüştü. Yanına gelen ilim, fikir ve sanat adamlarının sorularına cevap veriyor, onları engin bilgisiyle aydınlatıyordu. Gözlerini kaybetmenin böyle bir hayırlı tarafı olmuştu. Evde başta kızı Ümit Meriç olmak üzere birden fazla kâtibi ve kâtibesi olmuş, onlara kitap/gazete ve dergi okutmuş, yazılarını dikte ettirmişti. Cemil Meriç Külliyatı böyle bir bereketli ev ortamında ortaya çıktı ve günümüze kadar ulaştı. Keşke “Yazarların Ev Hâlleri”ne dair geniş bir araştırma yapılsa. Ne güzel bilgiler ve belgeler ortaya çıkacak kimbilir? Çok eskiden gazeteci yazar Sermet Sami Uysal, Eşlerine Göre Edebiyatçılarımız adlı benzer bir çalışma yapmıştı. Önce gazetede tefrika edilen bu hatırat, daha sonra kitaplaştırılmıştı.
Mehmet Kaplan’a göre ev
Hocam Mehmet Kaplan da ‘ev’i önemser ve kültür hayatımızdaki yeri üzerinde dururdu. Onun Dergâh Yayınları’ndan çıkan Büyük Türkiye Rüyası isimli eserinde “Çarşı ve Ev” başlıklı yazısı vardır. Kaplan Hoca, burada şöyle diyor: “Evi atölye veya dükkândan ayıran en mühim taraf, insanın eşya ile değil, insanla karşılaşmasıdır. İnsanın insan ile karşılaşması, cansız madde ile karşılaşmasından tamamiyle farklıdır. Bu temas ayrı kanunlara tâbidir. Hatta burada kanunilikten çok keyfilik hâkimdir. … Romancılar ev içinde geçen hâlleri anlatmakla bitiremezler. Son derece karışıktır evde duyulan, düşünülen şeyler. Atölyedeki işler evin yanında ne kadar basit kalır! Metreyi alarak bir tahtanın enini boyunu ölçer, onu istediğiniz şekilde keser, biçersiniz. Burada muayyen bir işi yapmaktan doğan tam bir tatmin vardır. Fakat karısına, oğluna, kızına belirli bir fikri veya davranışı kabul ettirmek o kadar kolay değildir. Hatta çoğu zaman imkânsızdır.”
Evde kalmanın hazzı
Halide Edib Adıvar’ın Mor Salkımlı Ev’i, yazarın çocukluk ve ev hâllerini anlatan güzel bir romanıdır. Bu tarzda başka romanlar da var. Sadece romancılar mı ev hâlinden memnunlar, şairler de ‘evde kal’manın engin hazzını her zaman duymuş ve bu duygularını şiirlerinde okuyucularına da hissettirmişlerdir. Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil ve Fazıl Hüsnü Dağlarca, ‘ev’e övgüler düzen şairlerimizden sadece üçü. Ziya Osman, “Misakımillî Sokağı, Nu. 37” isimli şiirinde, içinde yaşadığı ve huzurlu evlilik hayatını geçirdiği evini anlatır: “Ah, şimdi hâtıralar mahallesinde / Misakımillî sokak No. 37 / Orası bütün evler, bütün ömür içinde, / Mesut olduğumuz evdi.” Sokağındaki az insanlı, sadık komşuları, seyyar satıcılarıyla bu evin hatırasını zihninde yaşatan şair, şöyle devam eder: “Akşamlar iner ‘kaymak yoğurt’çularla / Kaldırımlar benim için gölgelenirdi. / Saatler ilerler bozacılarla, / Derken bir komşu seslenirdi. / Pencerelerimizden biri komşu arsaya bakar, / Ötekinin önünde bir havagazı feneri; / Rüzgârla açılıp kapanırdı ışığı, / Geceleri...”
Evlerimiz odaları, eşyaları, dış dünyaya açılan pencereleri, balkonları, kütüphaneleri ve en önemlisi içinde yaşayan, bizimle birlikte nefes alıp veren yakınlarımızda, can dostlarımızla gönül saraylarımızdır. Bu mekânlarda hayatımızın en güzel günlerini bugünlerde de yaşayabiliriz. Bu saadeti tatmaya, aile albümlerimizdeki o unutulmaz fotoğraflara yeniden bakarak başlayabiliriz.