Eskisi gibi olan var mı?..
Bir önceki yazımızda Sayın Cumhurbaşkanı’nın arkasından etrafa ateş edip duran kifayetsiz muhterislere dikkat çekmiştik.
Recep Tayyip Erdoğan’ın dönemi bittiğinde bir başka yere “kapılanacak” ve bu sefer de oradan ona buna saldıracak olan “menfaatçi” tiplerden.
Yazdıklarımız kadim okuyucularımızın ziyadesiyle ilgisini çekmiş.
Çok sayıda “geri dönüş” oldu.
Bunlardan bazılarında “takdir” hislerinin ifadesinin yanı sıra “sitem” de vardı.
“Eski Serdar Arseven yok, eskiden olsa yanlışlıklara çok daha sert ifadelerle karşı çıkardınız!” diyenler…
Haklı olabilirler…
“Ben eski ben değilem!” türküsü bana iyi gidebilir.
Lâkin, meselenin bir benden ibaret olduğunu kabullenmem de kendime haksızlık olur.
28 Şubat’ın o en şedit günlerinden bu yana çok şey değişti.
O günlerde, bizlerden “fiili” dualarını esirgemeyen yüzbinlerce okuyucumuz vardı.
O günlerde, akademik unvanlarının, işlerinin, güçlerinin ellerinden alınması pahasına “nezih eylemlere” destek veren hocalarımız vardı.
“Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” ruhunun hâkim olduğu günlerdi o günler.
Saflar net gibiydi.
Arada bir “oyun bozan-muhafazakâr tipler” çıkıyordu ama belli meselelerle ortak tavır almak çoğu vakit mümkün oluyordu.
Şimdi…
Şimdi ise vaziyetler bambaşka; “fitne” ayyuka çıkmış, at izi ile it izi birbirine karışmış, Suret-i Hak’tan görünenler dört bir yanı sarmış durumda.
“Fitne dönemi”nde yapılması ve yapılmaması gerekenlere dair “kutlu” emre uymayı tercih ediyorum çoğu vakit.
“Söylemesem gönül razı değil!” yaklaşımıyla hareket ettiğimde…
Suret-i Hak’tan görünen birilerinin kaba veya ince kıyımlarına uğruyorum.
Bu kıyıma, “kadim okuyucularım”dan bazıları da iştirak edebiliyor bazen.
Dert anlatmak mümkün olmuyor.
Sonra…
Vakit geçiyor, olan biten çoğu vakit bizi haklı çıkartıyor…
Amma velâkin, haklar teslim edilmiyor.
Yürekler kırıldığıyla kalıyor.
Mevcut idarenin “kendisinden”, “öz”ünden de çok şikayetlerimiz oluyor.
Bunları, lisan-ı münasiple ifadeye çalışıyoruz.
Hani…
Kafamızın bir yerinde “İkinci Abdülhamit Han” ve onu yıpratanların sonrasındaki pişmanlıkları…
Bu işler kolay işler değil, ortalık çok karışık, düşman okları hep birlikte bir kişiye yönlendirilince “durup düşünmemek” ve “düşünüp durmamak” mümkün olmuyor.
Bu arada…
Nice “zararlı”nın nerelerde nerelerde olduklarınıgörüyorsunuz, kırk yıllık tecrübenin derinleştirdiği acıyla…
“Hikmet-i siyaset”, “hikmet-i hükümet”, “ilm-i siyaset” gibi kavramlarla yaklaşmaya çalışıyorsunuz, kafanızın bir yerinde Merhum İkinci Abdülhamit Han ve o dönemdeki bazı tasarruflar…
Nice meslektaşın ne işler ne işler çevirdiğine bakıyorsunuz…
Olup bitenlere, birbirlerini yiyenlere…
Kimler kimler!..
Güvenebileceklerinizin sayısı hızla azalıyor, her güvenmek istediğinizin bağajından bir şeyler çıktığını görüyorsunuz…
Bu da yıpratıyor.
Bazen “çatlayacak” noktaya geliyorsunuz…
Tam söyleyeceksiniz, düşman okları yine aynı yere yöneliyor.
Düşman oklarıyla birlikte hareket eder gibi olmaktan imtina ile…
Geriye çekiliyorsunuz!..
Sonra sonra…
Başka bir şeyler oluyor…
Kısır döngü!..
İki taraf var:
Bir yanda her yapılanı alkışlayanlar, diğer yanda ise her yapılana karşı çıkanlar…
Her iki taraf da gerdikçe geriyor.
Ölmüşler üzerinden ne kavgalar yürütülüyor, nice “aydın” denilen tribünlerinden alkış almanın derdinde.
Daha fazlası da, “çeşme akarken küpü doldurmanın.”
Elbette, beyin sürekle olarak çare üretmeye çalışıyor.
Elbette ruh sıkıldıkça çıkış yolu arıyor.
Bunu yaparken de, geçmişte yaşananlardan ders çıkartma hassasiyetle ve cehennemin yollarının iyi niyet taşları ile döşeli olduğunun bilinciyle kırı kırk yarıyorsunuz.
Efendim;
Bu yazıyı da yavaş yavaş bitireyim:
Eskileri özleyenler, eskinin güzelliklerini hep birlikte yaşayabileceğimizin bilincinde olmalılar.
Bize “eskisi gibi ol” diyen okuyucularımızdan bazıları, eskisi gibi olduğumuzda da kızabilirler bize.
Kendimizi bulmak, kendimizi bilmek gibi bir derdimiz var…
Kafamızın bir yerinde de “ikinci Abdülhamit Han”…
Muhasebe kolay değil.
Kırk ölçüp bir biçmek de, tabii hallerden.