Eski Türkiye, yeni Türkiye…
Canlı yayına ulaşımımızı sağlayan arkadaşımız, “Abi yaş kaç?” diye sordu, “57” dedim.
“Abi, seksene kadar yaşasan ki zor bu devirde; 23 sene kalmış. Off bee!” diyerek tepki verdi.
Bulunduğu yaştan dünyaya bakan, bizim yaşları çok uzak sanıyor.
Oysa, göz açıp kapayıncaya kadar.
Hayat, çok kısa olsa da, nice hadiseye şahitlik ediyor insan.
Hele her şeyi duyma, bilme gayretine mecbur eden bir mesleğinin mensubuysanız.
Gazetecilik sıkıntılı bir iş, ondan dolayı da beş sene erken emekli ediyorlar adamı.
*
Genç arkadaşımız bahsi açınca, kısa tarihimizde neler yaşadığımızı tefekküre yöneldik.
Almanya’dan Türkiye’ye 2.5 yaşında getirilmişiz ve bir çocuk yuvasına bırakılmışız.
İstanbul.
Bir vakit sonra yuvadan almışlar bizi, akrabadan akrabaya aktarılarak büyütülmüşüz.
Net hatırladığımız ilkokul yıllarımızda “sokak çatışmaları” var.
Sağ-sol çatışıyor, “bir sağdan-bir soldan” usulüyle günde ortalama 20 gencimizi kaybediyoruz.
Sonradan
öğrendik ya, “ABD güdümlü darbeciler
şartları olgunlaştırıyor!”
Büyütüldüğümüz muhtelif mahallelerde “anarşi”ye kurban giden gençler var, kurşun yarasından hastanelik olanlar…
O günleri, çok net hatırlıyorum…
Siyah beyaz televizyonun tek kanalından, haberleri seyretmek olmazsa olmazımız.
Yaşlı akrabalarımızla ekran karşısına geçiyor, akşam ajansını pür dikkat izliyoruz.
Rahmetliler; Erbakan, Türkeş, Ecevit, Demirel, Bozbeyli, Feyzioğlu her akşam orada…
Bazı evlere gazete giriyor o zamanlar, Rahmetli Bakkalımız Osman Amca da, gazetelere yıpratmadan bakmamıza izin veriyor.
Akrabalardan çok yaşlı olanlar var, onlar da taaa Merhum Abdülhamit Han döneminden başlayarak yaşadıklarını anlatıyorlar sürekli olarak.
Merhum Abdülhamit Han’ın iktidar döneminde kaşar peynirlerini tekerlek tekerlek alırlarmış.
Geçim sıkıntısı o zaman da varmış ama şimdiki gibi değilmiş.
Yenilenin içilenin bet bereketi varmış.
İnsanların birbirlerine saygısı, sevgisi varmış.
Küçük küçüklüğünü bilirmiş, büyük de büyüklüğünü…
Çanakkale Savaşı’na kocalarını kaybeden akrabalarımız vardı; onlar da büyük şehirlerde kadın başlarına neler çektiklerini anlatırlardı.
Küçücük başımızla “masal dinler gibi” gibi zevk alarak dinlediğimiz hatıralarını dile getiren merhum ve merhumelerimiz gözümün önünde.
Acılar içindeki mutlu insanlar...
Hem dertli hem de neşeli, eğlenceli, esprili…
*
Çok acı çekmişler, hatta bugünkü ölçülerle sürünmüşlerdi; ikinci dünya savaşı yılları mesela, ekmek karneyle, kırıntısı hayati önemde.
Neler çekmişlerdi ve hâlâ da çekiyorlardı.
Öyle bir ortam:
Her gün bombalar patlıyor, silah sesleri geliyor, anarşiye kurban giden gençlerin cenazeleri kalkıyor…
Anne babaların yürekleri ağızlarında; üniversitelerdeki çatışmalar ortaokullara taşıyor, dersteki hocalar, talebelerinin gözlerinin önünde kurşunlanıyor…
Ben ortaokul öğrencisi, din dersi hocamızı sınıfta katlediyorlar, nasıl unutulur?
Bunlar böyle, geçim sıkıntısı da had safhada.
Ülkenin 70 Cent’e bile muhtaç olduğunu bizzat Dönemin Başbakanı söylüyor.
Kuyruklar çok fena.
Ben ilkokul öğrencisi, boş büyük tüpü sırtlanıp kuyruğa giriyorum gecenin 2’sinde, 3’ünde.
Yağ yok, şeker yok, şu yok, bu yok…
Yani var da, sadece çok zenginlere var.
Hatırı sayılır müşteriler için tezgâh altına saklanmış iki paket“sana yağı” her zaman hazır.
O günleri hatırlıyorum, ikide bir hükümet kuruluyor, hükümet yıkılıyor…
Acayip mevzular.
Bunca sıkıntı arasında gülüp eğleniyoruz ama…
Sadece biz çocuklar değil, yaşlı başlı insanlarımız da mutlu.
O yoklukta, komşuluklar eksik olmuyor.
Merhumeler Muammer Teyze, Sıdıka Teyze hep bizdeler.
Televizyon yeni yeni geliyor; herkes televizyonlu evlerde.
O yoklukta yeniliyor, içiliyor…
Rahmetli akrabalarım, sabahki çayı ısıtıyor akşam vakti.
O çay da güzel gidiyor.
O günlerin politikacıları da bir başka galiba…
Demirel ile Ecevit fena atışıyor…
Aşağısı bu atışmaları gerilerek değil, gülerek izliyor.
Dillerde dolaşan şarkılar var, bugün hâlâ çok sevilen şarkılar, şarkıcılar o vakitlerden kalma.
Türk filmleri duygu yüklü.
Saf, temiz aşklar var mahallelerde.
Abilerimizin kimlere gönül verdiklerini biliyoruz.
Bir başkasının sevdiğine “bacıdan” başka gözle bakılmaz, bakılamaz, onu da biliyoruz.
O günlerde de, “Erbakancılar” var, bizim oralarda görüyoruz.
Onlar da, namazlarında abdestlerinde, sürekli olarak anlatıyor, partilerine çekmeye çalışıyorlar küçük büyük kim varsa.
Sonra…
İşler iyice karıştırılıyor, darbe oluyor.
Sokaklarda askerler, ekmeğimizi onlar dağıtıyor.
Lise yıllarında, askerler okul koridorlarında…
Sokaklarda sıkı yönetim hali.
Merhum Özal çıkıyor ortaya.
Bir başka hava esiyor.
Darbeci Evren’i çekip öpmesi vatandaşın hoşuna gidiyor.
İthal muz furyası, çikita muz.
“Harca Türkiye” deniyor.
Biraz parası olan çılgınlar gibi ithal mallara yöneliyor.
Köylerden göç hızlanıyor, memlekette bir başka hal.
Keyifler epeyce yerinde gibi.
Köylere elektrik bağlanıyor.
Telefon işi çözülüyor, bir vakitler bağlanması 25 yıl sürerdi, artık birkaç haftalık mevzu.
Özal “Türkiye çağ atladı!” diyor.
Vatandaşların bir kısmı söylenenlerle dalga geçiyor ama yaşantılar da epeyce değişiyor.
Biz o yıllarda gazeteciliğe başlıyoruz.
Sosyete haberleri revaçta, Bülent Ersoy büyük ilgi görüyor.
Eğlenceye rağbet çok, “fakir” denilenler bile, “matinelerden” istifade için yarışıyor.
İnsanlar, borç harç da olsa harcamaya çalışıyor.
Yabancı spor ayakkabısı markalarını ezbere biliyoruz.
Kapalıçarşı’ya “piyasa bedelinin altında satılan” kaçak ürünler geliyor.
Bu arada eski siyasetçilerin sahalara dönüp dönmeyecekleri konuşuluyor.
Ortam yine gergin ama sokaklarda bizler, mahallelerimizde aileler epeyce neşeli.
Oynuyor, gülüyoruz…
Komşuluklar bitmemiş henüz.
Mahalledeki eski esnaflar hâlâ yerlerinde.
Sonra siyasi cinayetler, büyük olaylar…
Ortalık karışıyor.
Çok gergin günler; siyasiler o gerginlikte espriler yapıyor, fıkralar anlatıyor.
En keskin eleştirileri, “nüktelerle” dile getiriyor.
İncelik, zarafet var.
Rahmetli Erbakan’ın konuşmalarını takip etmek büyük zevk, nasıl da inceden inceye yükleniyor.
Güldüre güldüre düşündürüyor…
O günlerde sıkıntı çok ama…
Öfkeden kabarmış suratların eşlik ettiği “küt hakaretler” de pek yok.
***
YARIM EKMEK ARASI HUZUR!
Sonra..
Merkez partiler çökerken, gerilerden gelen Merhum Erbakan Başbakan oluyor.
Ve 28 Şubat.
Biz 10 yıllık gazeteci, namaza başlamışız birkaç yıl evvel.
Yeni yeni tanıyoruz, “İslâmi Camia”yı…
Ortalık çok karışık.
Medya, yargı, Askeri’ye, etkili sivil toplum örgütleri, odalar, borsalar, sendikalar hep bir yerde.
“Bizimkiler” çok fakir;
“Sendikalarımız” merkez binalarındaki personel için kuru fasulye pişirecek malzemeyi zor buluyor.
Biz 36’lık film makarasını kestire kestire kullanıyoruz ki tasarruf olsun.
Haberlere de belediye otobüsleriyle gidiyoruz, özel otomobille gitmek, taksi tutmak nerdeee!
Zor günler…
Baskınlar yapılıyor, davalar açılıyor, tehditler tehditler…
Her gittiğimiz yerde saldırıyorlar bize, kelle koltukta gazetecilik…
Lâkin…
Biz mutluyuz.
Huzurluyuz.
At izi it izine karışmış vaziyette değil, saflar aşağı yukarı net.
Eylemlere destek veriyoruz, başörtüsü eylemleri, imam hatip eylemleri, Kur’an Kursu eylemleri.
Otobüsle geldiğimiz haber alanında mutluyuz, eylemcilerle yarım ekmek arası domates peynir keyfi yapıyoruz.
Oralardaki namazlardan büyük lezzet alıyoruz, her namazda başka diyarlardayız.
*
Yıllar böyle böyle geçiyor…
Bugüne geliyoruz…
Bizi yayına götüren genç arkadaşımız yaşımızı sorunca açılan muhabbete.
Genç için hiçbir şeyin tadı kalmamış, biz de böyle bir ruh halindeyiz.
At izinin it izine karıştığı bir ortam.
Şu FETÖ işi çok kötü oldu, bunları anlatıyoruz.
Kimseye güven kalmadı neredeyse.
Sırtında hançer izi olmayan yok gibi.
İşte,
KPSS’de sorular çalınmış, sınav iptal edildi.
Sınavlara da hiç güven yok.
Bir de sosyal medya belâsı var, herkes herkese sövüyor, herkes herkesi tehdit ediyor.
Üniversite öğrencisi sayımız 8.5 milyon, nüfusun onda biri!..
Mezun oluyorlar her sene ve mezunların yüzde 80’i“memur” olma hayalinde.
Bu nereye kadar gider böyle?
Gençlerde sıkıntı.
Her yerde sıkıntı.
Hocamız geliyor, camimizden…
“Diyanet bir fetva vermiş. Fetva doğru, Hadis-i Şerif’e dayanıyor ama gel de anlat millete” diyor.
Komşumuz yok, arkadaşımız yok.
Var gibi de yok.
Şarkı çok, güzel şarkı yok; en uzun yaşayanın ömrü bir ay sürmüyor.
Saf ve temiz aşk yok, sürekli nafaka muhabbeti var.
Evlenecek gençler, “Kocaya güven olmaz, kadına güven olmaz” muhabbetinde…
Sokaklarda köpek çeteleri, sabah namazına gideceksin, ya parçalarlarsa?
Bırak seni beni, çocuklarımız ne olacak?
Her gün parçalanma haberler geliyor…
Sokak köpekleri ile başa çıkamıyoruz, koskoca Cumhurbaşkanımız talimat vermiş oysa.
Ve…
Ekranlarda öfkeden kabarmış suratlarla birbirlerini tehdit eden insanlar…
*
Birçok şeyimiz çok daha fazla oysa.
Elbise dolaplarımızda, ihtiyacımızdan çok daha fazlasını bulunduruyoruz.
Gencimizi evlendireceksek, her şeyin tam tekmil olmasını istiyoruz, öyle de yapıyoruz.
Bir şeylerimiz çok daha fazla ama bir şeylerimiz çok daha az…
Niçin?
*
Bu ortamda ne yaparsın…
Benim yapmaya çalıştığımı mı?
Şimdi…
Geriye döndüm…
Namaza başladığım günlere.
O saf ve temiz namazları arıyorum.
Kurtuluşu orada görüyorum.
İnancımızın insanı olabilirsek, dertler küçülecek.
Tebessüm edeceğiz dertlere…
Ve yelken açacağız Allah’ın izniyle yeni mücadelelere...