Esatir-i Evvelin
Çağdaş dönemde geliştirilen dine yaklaşımların dikkatli bir çözümlemesi bize insanlığın temel ıstıraplarını verebilir. Fakat böyle bir okumanın bilhassa İslam dünyasında yapılabildiğini söylemek zordur. Bunun birkaç sebebinden bahsedilebilir. Sömürge koşullarında Batı’dan gelen açık ve örtük şekilde İslam dünyasının direncini kıracak söylemlere uzak durulması bunların başında gelmektedir.
Marx’ın dine yaklaşımının Türkiye’de
özellikle kalıp algılamaların dışına çıkamadığını görmekteyiz. Marx (=sol) karşıtı
olan siyaset de sol taraf olan siyaset de bu kalıp yargıların içinde
konuşmaktadır. Birkaç sene önce bir sivil dernekte Türkiye’de sol üzerine
konuşmamı, çözümlemeler üzerine dayandırdığımda, dinleyiciler duymak
istediklerini duyamadıkları için beni eleştirmişlerdi. Ben Marksist ya da solcu
değilim (yeri gelmişken sağcı ya da muhafazakar da değilim) ancak Marx’ın din
söyleminin içine dikkatle inildiğinde toplumun dinle ilişkisinde belirli
gerçekleri yakaladığını da görmek gerekir.
Dünya’nın kısa tarihi dikkatle
tarandığında, Marksizmin ve/veya solun ciddi bir entelektüel muhalefet
gerçekleştiren görüş olduğu da görülebilir. Sadece sosyal bilimler ve edebiyat
yazınlarını gözden geçirmek bile bunu anlamaya yetecektir. Avrupa’da etkileri
hala devam eden Frankfurt Okulu başta gelen örneklerdendir. Türkiye’de
solcuların ifrit din karşıtlıkları, bu toprakların kabul etmediği bir şey oldu.
Halbuki solun dine yaklaşımlarındaki yerlilik, farklı bir sosyolojiyi ortaya
çıkarabilirdi.
Elbette solun özü itibarıyla
materyalist bir felsefeye dayandığı bellidir. Bilincin maddeyi değil, maddenin
bilinci belirlediğinden yola çıkıldığında “din” insanların vehimlerinden
üretilen bir “esatir-i evvelin”e dönüşür. İnsan evrenin açıklayamadığı sorunları
karşısında “Tanrı”yı yaratmıştır. Nitekim Feuerbach’a göre Tanrı insanı değil,
insan Tanrı’yı yaratmıştır.
Konuyla biraz ilgili olanlar Marx’ın
dine yaklaşımı söz konusu olduğunda hemen “din afyondur” sözünü hatırlatırlar. Fakat
bunun hemen öncesinde Marx; “din kalpsiz bir dünyanın kalbi, vicdansız bir
dünyanın vicdanıdır” sözünü söyler. Bu ikinci söz, gerçekte dinin ideal
işlevini tanımlamaktadır. İslami söylemlerin dünyanın ıstırapları karşısında
bir vicdanı temsil eder durumları olmalıdır. Fakat “bugün islami söylem ve
pratikler insanların ıstırapları karşısında ne söylemektedir?” sorusu ciddi
olarak cevaplandırılması gereken bir sorudur.
Dinin halkların afyonu olmasının,
insan hayatının gerçekliğinde iki tekabüliyet noktası olduğu söylenebilir. Birincisi,
din gerçekten insanı aşan acıların karşısında onu teskin edici bir rol oynar.
Bu rol gerçekten önemlidir ve olması da gerekir. Materyalist felsefelerin
insanı bu noktada teskin edemedikleri bir gerçektir. Teskin edici rolün belki
bir aldatmaca ve gerçeklikten uzaklaşma olduğu iddia edilebilir. Evet bir
kısmıyla böyledir. Çünkü insanların teskin edilmesi (müsekkin) için iyi ve
olumlu sözler söylenmelidir. Ahiret bu açıdan iyi bir müsekkindir. Dolayısıyla
kitlelerin acılara dayanmak için de dine ihtiyacı vardır. Marx gerçekte dinin
afyon olduğunu belirtse de, kitleler için dinin gerekli olduğunu da
savunmaktadır.
Dinin afyon olmasının kanaatimizce
ikinci anlamı İslami söyleme ya da İslamcılara doğru bakılarak anlaşılmalıdır.
Şayet din insanların ıstırapları ve sorunları karşısında gerçekçi bir çıkış
yolu önermiyorsa, hatta adaletsizliklerin ve haksızlıkların görünmesini
engelleyici bir işlev görüyorsa işte o din zaten “afyon” haline gelmiştir.
Epey zamandır İslami (İslamcı)
söylemin toplum(lar)a anlatacak bir hikayesi kalmadığı için periferik sorunlar
ile başka yönlere dikkat çekmekte ya da tarihin içinden anekdotlar
anlatmaktadır. Bu ise, geleceğimi İslam’da gören birisi olarak en azından benim
damağımda bir “esatir-i evvelin” tadı bırakmaktadır.