Esaret mi, hürriyet mi!
Nesnenin tahakkümü ve esareti zannımca Alexander Graham Bell ile başladı. Bir büyük icat yaptı. İlk kelimesi olan ALO ile bizi aldattı. Sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo’nun isminin ilk harfleriyle makinesini her kulakta sabitledi derler. Telefon kulaklarımıza inen ilk darbe oldu ama kulağın mesaisini fazla almadı. Temel bir ihtiyaç olarak algılandı ve anlamlı bir şekilde kullanıldı.
Ardından yine darbe kulağa geldi. Bu defa neredeyse kulaklarımızı kaybedecek olduk. İnsandan insana gelen kirli sesler esir aldı bizi radyo vasıtasıyla. Telefon insanı meşgul etse de varlığın sesinin kirlenmemiş kulakla dinlenmesine engel olmuyordu. İnsan, bütün doğal seslerle temas eden kulağıyla sürekli kendi gibi kalıyordu. Başkasına öykünmüyordu. Ya anlıyordu diğer varlıkların sesini doğal halleriyle ya da anlamsız bakıyordu onların o anlamlı haline. Radyo icat edildi, kulak esir alındı. İş yapmadan insanı tüketen teknolojik esaret radyo ile başladı. Allahtan gözlerimiz etrafı görüyor ve anında kulağı bu esaretten kurtarmaya teşebbüs edebiliyordu. Radyo etrafında toplanmalar ve kulağın sistematik olarak duyarsızlaşması insanı yavaş yavaş öğrenilmiş çaresizliğin bataklığına sürüklüyordu. İnsandan insana gelen en büyük kötülükler, radyo vasıtasıyla bütün insanlığa yayılıyor, bu kötülüğü engelleme yerine zulmün yayılımı artıyordu. Ne yazık ki insan aklının, telefondan sonra en iftihar vesilesi olan bu alet, insanı esir alıyordu. En çok da insandan insana gelen kötülükler yayılıyordu onun vasıtasıyla. İnsanın kulak esareti bir müddet devam etti. Artık doğal olmayan sesler doğal ve doğal olanlar da zıttı gibi algılanmaya başlandı.
İnsan nevinin büyük kitleleri her geçen zaman diliminde üreten azınlığın tahakkümü altına girmeye ve esareti yaşamaya başladı. Hatta insanlığın kıyameti yaklaştı diye konuşulmaya başlanmıştı ki bu defa gözünün özgürlüğünü de kaybetti insan, televizyonun icat edilmesiyle. Kulağımıza gem vurulduğu halde gözümüz özgürdü. Etrafı görüyor ve ona göre tavır takınıyordu. Bu etraf bazen iç mekandı, bazen de dış mekan. Lakin televizyon kulağımızla beraber gözümüzü de esir aldı. Sonra kendimize yabancılaşmaya başladık. Bizden olmayanları hep evimize konuk ettik. Sürekli evimizde davetsiz misafirdi. Hem de sürekli ev sahibinden bir şeyler isteyerek. Çok yüzsüz çıktı bu misafir. Evvela durmadan kendini yeniliyor, sonra da misafir olduğu evin yenilenmesini isteyerek esaretini yaygınlaştırıyordu. Göz daima orada gördüğünü istiyor kulak da duyduğunu arzuluyordu. İnsanın televizyon önündeki trajik esareti zamanın hoyratça gözün arzularıyla harcanmasıydı.
Televizyonun esareti cidden bütün insanlığı etkisi altına aldı. Üreten azınlığın nefesi tüketen çoğunluğun ensesindeydi. Bu esaretle zengin azınlık gittikçe zenginleşti. Tüketen çoğunluk da daima fakirleşti. Çünkü televizyon bir anda ihtiyacı birden binlere çıkarır oldu. Dünyanın her yerinde insana dönük nesneleri arzular konuma girdi. Hayali, nesneye ulaşmak ve gözünün televizyonda seyrettiği yerlere kadar giderek o arzulara kavuşmak oldu. Halbuki şair yıllar önce diyecekti ki;
Yârab! Nedir bu keşmekeş-i derd-i ihtiyâç
İnsanın ihtiyacı ki bir lokma nânedir
Televizyon sadece gözümüzü ve kulağımızı değil aynı zamanda insanlığımızı da esir aldı. Acıya duyarsızlaştık. Açlığa duyarsızlaştık. Sade ve kanaatkar yaşama özelliğimizi kaybettik. Hırsımız iyiliğimiz; harcamamız modernliğimiz oldu. Gözlerimizin gördüğünü ve kulaklarımızın duyduğunu tek gerçeklik zannettik. Hakikatin bütünlüğünü idrak etme, derin düşünme becerimizi kaybettik. Artık o kutsal mekan olan yuvamız televizyonun bize dayattığı şeylerle tefriş ve dizayn ediliyordu. Evimizde yabancılaşmıştık kendimize. Televizyonda dayatılan şeyleri alınca geçici haz yaşıyorduk. Ardında dayatacağı yeni şeyleri bekler gibi onu seyrediyorduk.
İnsanın bu esareti uzun sürdü. Bereket versin ki ellerimiz hâlâ hürdü. İrademiz isyan edince gözlerimize, kulaklarımıza hatta onlara tabi olan bütün arzularımıza, sönük bir mum gibi de olsa ellerimiz hareket ediyor ve televizyonu kapatıyordu. Neticede pişmanlık duygusu oluşuyordu.
— Keşke bu kadar onun başında kalmasaydık...
— Bu zamanı ailemize ayırsaydık...
— Kitap okuyup yazı yazsaydık...
— Birbirimizle konuşsaydık...
— Uykumuzu alabilseydik...
Uzayıp giden bu keşkeler bir sonraki akşam yine aynı teraneler. Dedim ya Allah’tan ellerimiz hürdü.
Ellerimizin esir alınacağını hiç tahmin etmezdim. Kim beklerdi bu kötülüğün insandan insana geleceğini. Kulaklarımız esir edilince sarsıldık varlığın doğallığını kaybettik. Gözlerimiz esir edilince insanlığımızın büyük kısmını kaybettik nesneye mahkum olduk. Bu iki esaret çok büyük acı yaşattı bize. Lakin yine de yaşamaya dair direncimiz vardı. Ama ellerimiz esaret altına alınınca her şeyimizi kaybetmeye başladık. İşte bizi bu esarete sürükleyen insandan insana gelen en büyük felaket cep telefonu oldu.
Graham Bell bizi kablolara bağlayarak konuşturunca insanlığımızın bir yerlere tutunmasını istemişti sanki. Bağlarımız çözülünce insanlığımız da kayboldu. Telefondan tellerin çözülmesi insanlığımızın çözülmesi demekti. Bu çözülüş diğer taraftan sürekli esaretin kapısını açtı. Bu yeni nesil telefon gözümüz ve kulağımızın yanında ellerimizi de esir aldı. Graham Bell’in telefonu bizim dışımızdaydı ve ellerimiz sadece ihtiyaç anında ona uzanırdı. John Logie Baird’in televizyonu masada veya dolaptaydı aramızda mesafe vardı. Ancak Martin Cooper’in icadı telefonla aramızdaki mesafe sıfırlandı. Artık cebimizdeydi telefon ve ellerimiz sürekli onunla meşguldü. Bu cep telefonunun özelliği arttıkça bütün azalarımızın başta da ellerimizin özgürlüğü azaldı.
Bunlar hayatın kaçınılmaz gerçekliği olarak duruyor. Lakin bu gerçekliğin en trajik tarafı fark edilmiyor. Sayısı sınırlı olan bir kaç telefon markasının zenginleştirdiği ve azdırdığı bir grup insan var. Bunun yanında tahakküm altına aldığı, esareti en trajik şekilde yaşattığı bütün insanlık var.
Bu azınlığın tahakkümüne ve esaretine irademizle dur demezsek gerçekten insanlığın kıyameti çok trajik bir şekilde kopabilir.
Lütfen temel ihtiyaçlar dışında cep telefonumuzu sadece kulağımıza götürelim. Gözümüzü ve ellerimizi hürriyetlerine kavuşturalım. Onların dışındaki o güzel dünyalara yeniden kavuşalım.
Ceplerimize de yeniden tarak, ayna, tırnak makası, mendil, kalem, not defterleri ile şeker, üzüm, leblebi ve çekirdek koyalım.