Ertelenmeyen gerçek: Ölüm
İnsanın hayata gelişle yemek, içmek, nefes almak gibi kazanımları, doğmak ve ölmek gibi değiştiremeyeceği şeyleri vardır. Doğumu adeta ölümünün habercisidir. Canlılık emaresi öncelikle nefes almakla, yemek yemekle, su içmekledir. Bunlar her ne kadar kabulümüz ise ölüm de değişmez bir gerçeğimizdir.
Değiştiremeyeceklerimiz şeyleri kabul etmek,
değiştirebileceklerimiz üzerinde emek vermek akılla elde edilen bir olgudur.
Aklı olmayan zaten muhatap değildir. Düşünce, söylem, eylem hep aklın
mahsulüdür. Çaresizlik ise aklın üstünün örtülmesi, düşüncelere fesat
karışması, hayatın gerçeklerinden kaçılmasının ürünüdür.
Modern akıl sadece ölümün sebebini bulmaya endekslidir.
Hastaları tıbbi olarak destek vereceğini düşündüğü doktorlara ve tam izole
edilmiş hastanelere teslim ederek ölümle tamamen arasını açmıştır.
Sosyal ve duygusal çevreden uzak olarak yoğun bakım ünitelerine
verilen kişiyi, bir yandan hayata bağlayan duygudan uzaklaştırmış, bir yandan
da ölümün verdiği hakikat görülmez
olunmuştur. Mezarların şehir dışında olması ise ölümü ötelemenin diğer
basamağıdır.
Bazı kültürlerde ölüm “oyun bozan” olarak görülürken, bazı
kültürlerde ise “nasihat yüklü bilge” olarak yer almaktadır. İnsanın geçmişiyle
bağını sıkı tutmasını sağlayan, yaptıklarıyla-hayatlarıyla anlık buluşturmaları
yaptıran ölüm gerçeğini batı düşünürü Levinaz, “geri dönüşü olmayan mesafe”
olarak belirtir.
Her ne kadar modernite ölümden kaçsa da bir yandan da her
insanın ölüyle karşılaşmasının kendi ölümünü karşılaması olduğunu ifade
etmiştir. Böylelikle ölüm düşüncesini zihinsel olarak değil fiziksel olarak
anlatır. Zira fiziksel ölüm yakın,
zihinsel ölüm ise bizden uzaktır. Yani modern insan ölümü kendinde hep uzak
görür.
Yaşamanın kaçınılmaz parçası, uzantısı hatta tamamlayıcısı
olan ölüm, fiziksel olarak kabulün yanında kendimize yakın olduğunu kabul
etmekle olur. Aksi takdirde ölümden değil ama düşüncesinden uzak kalmak için
zihnimizi doldururuz. Düşünceden uzak tutmak ise devamlı geleceğin kaygısını
kucağımıza bırakır. Bizi panik ataklar içine itebilir.
Modern dünya hayatın bütün renkleri ve görüntüleri ile insan
bilinç altına oynamaktadır. Ölümü unutturacak bütün söylem ve hareketliliklerle
kimsenin müdahale edemediği ölüme meydan okumaktadır. Bütün söylemler,
projeler, deneyler ölümü ertelemek üzerinedir.
Modern dünyanın hocaları bilim adamları ve psikologları el
ele vererek insanı kendine çağırmakta, değiştirebileceklerini değiştirmek için
cesaretlendirirken, değiştiremeyeceklerini kabul etmeleri üzerine söylem
üretmemektedir. Olmayınca da beyni sakinleştirip düşünmeyi erteleten ilaçlarla
bunalımı daha da arttırmaktadır.
Panik atak olarak nitelen bütün söylemlerin altında
çoğunlukla kaybetme korkusu vardır. Makam, mal, mülk, kariyer, itibar vs.
korkularının yanında şüphesiz en büyük kaybetme korkusu insanın kendi
hayatıdır.
Cana kıyma eylemi ancak akli melekesini kaybetmiş, her
şeyini yitirmiş, çaresizlik duygusunun dibine vurmuş, yaşamaya değecek hiçbir
şeyi kalmamış insanların yapabileceği
bir olgudur. Aksi takdirde can, dünyada her şeyden tatlıdır.
Ölüm anını Alemlerin tek sahibi Rahman olan Allah, Vakıa
suresinde ( 83-87) şu şekilde anlatır:
“Canı boğazına
gelmiş kişiyi bir düşünseniz! O vakit siz bakakalırsınız. Biz ona, sizden daha
yakınız ama göremezsiniz. Eğer hesaba çekilmeyecekseniz... O canı geri
çeviriniz... Doğru söyleyenlerden iseniz...”
Dünya oluştuğu, tarih yazıldığı ilk günden beri tabiat
kanunlarının dışına çıkan hiç kimse görülmemiş, sohbetlere konu olmamış,
sayfalar arasında yer etmemiştir. İnsanın tercihi dışındaki bütün olaylarda
tabiat kanunlarının altında çaresizliğe mahkum olmuştur. Doğmak ve ölmek, yemek
ve içmek kadar doğal olmalıdır. Aksi takdirde ölüm korkusu, modern insanın en
büyük belası olacaktır. Zira ertelenemeyen en büyük gerçek olan ölüm, bir gün
gerçekleşecektir.