Erkekler ağlar
Bir bebeği susturamamak anlaşılabilir
bir şey. Çünkü aniden başına gelmiş olan hayatının olumsuzluklarını bildirmek
için bir tek yolu var: ağlamak! O yine de bunu mümkün mertebe dikkatli
kullanır. Bir bebek olarak o, genellikle temel ihtiyaçlarını gideremediği
zamanlarda ağlar. Giderildiği zaman uzatmaz, susar ve etrafa taze, hiç
yaşanmamış neşe dağıtır. Mutluluk üretir.
Fakat bir yetişkini devamlı ağlar halde bulmanın
ne yapılsa ne edilse susturamamanın anlaşılabilir bir yanı yok. Hele bir de
temel ihtiyaçlar için değil, insan gibi yaşamasının önüne çıkarılan engeller
yüzünden değil, temelsiz lüksler, saçma sapan “oyuncaklar” için ağladığını
gördüğünüzde anlarsınız ki o yetişkin doymadığı için değil, aç özlü olduğu için
zırlıyor, tepiniyor. Hatta anlaşmazlık büyütüyor, savaş çıkarıyor.
O halde adı geçen özne; -bundan böyle-
yetişkin değil, yedi ile yetmiş arasında gel git akıllı, bitmiş pilli, pardon
bitik kalpli, yetmişine gelmiş ve gelecek olsa bile yetişkinleşememiş veya
yetkinleşmemiş diye anılacaktır.
Bu yetkinleşmemiş tiplerimizden bolca
var. Bunu şuradan da anlarsınız. Tabiatın onca güzel sesinden, rüzgâr ıslığı,
deniz dalgası, bağırılmayan- çağrılan bir ezan, içli veya neşeli bir şarkı
sesinden veya içinizde sus pus edebiyle bestelenen sevinç ve şükür sesinden çok,
ister istemez bir uğultu, bir ağlama bulutluluğu, zırlak bir koro sesi gelir. Bütün
güzel sesleri bastırır. Öyle cazgırdır
ki kendi iç şarkınızı duyurmaz size. Yapışmıştır içinize. Öfkelenirsiniz.
O ses işte o yetkinleşmemişlerin, “eşşek
kadar olmuşlar”ın sesidir.
Herkese, koca bir memlekete dayattıkları
olmaz olası hırslarının, tatminsizliklerinin sesi…
Dikkatli bakın!
Para kazanır, ağlar. Şiir yazar, ağlar. Sanatını
ağlama tapınağı yapar. Ağlarken donakalır, ağlarken heykelleşir. Film çekemez
ağlar. Çeker yine aynı. Din anlatır – bir dakka noluyoruz?- diyeceğiniz kadar
göz yaşları içinde... Felsefesini, edebiyatını sorumsuzluğun "altın
gerekçe"si olarak masaya sürer. Bilim adamıdır, akademisyendir, bilim
yapacağına siyaset yapar ve kalkar bir de hiç bilim yapamıyorum diye ağlar. Çok
tıkırında bir hayatı vardır ve akşama kadar kafelerde siyaset dedikodusu yapıp
kıymetinin bilinmeyişine içlenip ağlar. Kişisel ağlaklığını "memleket
için" sloganıyla kamufle peşindedir üstelik. Köşesinden kin büyütür. Memleket
sosyolojisini ne kadar böler, ötekileştirir ne kadar kutuplaştırırsa o kadar
alkış alacağına göre kurgular kimliğini. Barışmayı, barıştırmayı bilmez. Küslüğün tetikçisidir. Ağlama arasında tek
silahı ağız dolusu küfrü, üslupsuz kalemidir.
Bu tür aylaklık cinsiyet ötesidir elbette.
Fakat bir hakikat te vardır ki; erkekleri salya sümük ağlayan bir toplumun
kadınları savaşmak zorunda kalır. Hem en sıkı cephe: hayattır. Ve iyi biliriz
ki sahipsiz kalmış hayat tersine d-evrilmekte gecikmez. Vara yoğa şikayet
etmeden sorumluluk bilinciyle yaşayan ve üreten olgunların omuzları onu ayakta
tutmaya yetmeyebilir.
Yetmiyor da…
Memleketin olgunları bir de bunları
susturmaya çalışmaktan perişan haldeler.
Sonsuz açlığı doyurmak ne mümkün! Ağlamayı iş edinmişleri avutmak ne mümkün!
Daima şikâyet ve daima kişisel
menfaatperestliğin cehri zikrinden riyâkar bir uğultu icra etmek ne ayıp şey! Koca
koca, bıyıklı, sakallı bebekler korosu ne irrite edici bir memleket müsameresi!
Halbuki ağlamak güzeldir. Yerince,
üslubunca, kadarınca... Riyasız. Çok özel!
Merhametin yanağa sızan en ince, en
narin yağmur damarı. Sessiz sedasız, çekingen yürüyüşlü deresi… İçtenliğin
kimselere görünmemeye çalışarak öyle bir hava almaya çıkması…
Halbuki ağlamak gülmek gibi bir şeydir. Bir
o kadar doğal ve gerekli…