Dolar (USD)
35.07
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2957.58
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
23 May 2018

Erdoğan aslında neyi başardı?

Bu köşeyi takip edenler aslında günlük politikadan çoktandır hazzetmediğimizi ve mümkün mertebe uzak durmaya çalıştığımızı da bilirler. Evet, siyasette ve bürokraside çeşitli kademelerde görevler üstlenmiş, parti çalışmalarına katılmış, vakt-i zamanında saha siyaseti de yapmış, bir süre başkentin karanlık dehlizlerinde Ankara'nın politik iklimini solumuş ancak bir süredir mağarasına çekilmiş ve bu atmosferden elden geldiğince uzak durmaya çalışan birisi olarak şunu söylemek isterim. Bırakalım günlük politik meseleleri bir kenara. Tabloya biraz geniş perspektiften bakalım. Mesela Erdoğan'ın bu ülkeye köprü, yol, havalimanı gibi bayındırlık işlerinden başka ne kazandırdığına bakalım. Bunlar elbette önemli hizmetler buna kuşku yok. Hırsızlık, yolsuzluk, tembellik gibi bir yığın hastalık yüzünden yıllarca bitirilemeyen bir Bolu tüneli bile anılmaya değer bir hizmettir. Bu noktada Ak Parti hükümetlerinin ve Erdoğan'ın hakkını yiyen nankörlük etmiş olur. Ancak bu işlerden daha yukarıda daha üst perdelerde bazı meseleler var ki andığımız işler bir süre sonra unutulur gider. Beşer hafızası nisyan ile maluldür. Üzerinden her gün geçtiğimiz Boğaziçi köprüsünün Demirel tarafından yapıldığını, yaptırıldığını kaçımız anımsar o köprünün üzerinden her bir geçişte! Mesele şudur. Köprü bir gün eskir, yol aşınır, yenileri yapılır, bayındırlık işleri vakay-i adiyeden sayılacak hale gelir. Ancak unutulmayacak ve milletin hafızasına kazınacak olan şudur. 20.yy'ın başında tarihsel yürüyüşü durdurulan Osmanlı medeniyetinin asil evlatları bugün Anadolu coğrafyasında yedi düvele karşı varlık mücadelesi vermekte, yeniden ayağa kalkabilmek için çeşitli hamleler yaparak belini doğrultmaya çalışmaktadır. Bu enerji ve dinamizm hiçbir zaman ölmemiş, Cumhuriyet tarihi boyunca hep diri kalmıştır. Bazen yasaklanmış, bazen engellenmiş ama hep var olmuştur. İşte Erdoğan bu enerjinin bu dinamizmin ateşleyicisi olmuş, millete özgüven aşılayan bir liderlikle yeniden dirilişin kendi ölçeğinde kükreyen sadası haline gelmiştir. Sadece milletine değil bölge halklarının da önünü açan, hakkı ve adaleti gür sesle haykıran bir lider olarak Erdoğan bir milletin öz değerlerine yeniden dönüşü için önemli bir çığır açmıştır. Recep Tayyip Erdoğan'ın başardığı en esaslı iş bence budur. Belki gelecek bir yüzyıl içerisinde Erdoğan ismi ile yan yana gelecek en büyük hizmet bu olacaktır. Özgüven aşılama ve özgüven tesisi! Erdoğan'ın bu yönüyle politikacı kimliğini birbirinden ayırmazsanız meseleyi anlayamazsınız. Putlaştırma ile değersizleştirme arasında salınan bir ifrat tefrit anlayışıyla da Erdoğan'ı anlamak mümkün değildir. Parti siyaseti, hükümet işleri ve günlük politikadaki Erdoğan'la bu misyona hizmet eden Erdoğan birbirinden ayrı kimliklerdir. Tabii ki takdir ve eleştiri hakkı bakidir, o da milletindir. Bir insan, bir siyasetçi, bir devlet adamı olarak Erdoğan, 21.yy'da hatalarıyla, sevaplarıyla adı tarihe büyük harflerle yazılmış, özgüven abidesi bir şahsiyet olacaktır. Nihai noktada topluma düşen ise millet nezdinde tesis edilen bu özgüveni hayırlı yönlere kanalize etmek ve Hakk yolunda kullanabilmektir. Dünya malı yığanlarla, dünyaya hakikati haykıranlar elbette eşit değildirler! Dönemin müteahhitleriyle, asrın mücahitlerine saygıyla arz olunur.

Kor-ku-yor-laaar!

İngiliz tarihçi Arnold Toynbee diyor ki: "Osmanlı yıkılmış bir devlet değildir. Durdurulan bir medeniyettir. Önündeki tarihi engeller kaldırılırsa, durdurulduğu yerden yürüyüşüne devam edecektir." Yine benzer şekilde, "Osmanlı durduruldu, dev uyutuldu. Dev uyanırsa, kimse durduramaz!" sözü de Toynbee'ye ait. Aslında bir nevi itirafta bulunuyor Toynbee. İngilizlerin 19. yy'da Yahudilerle birlikte kurdukları dünya düzeni ancak Osmanlı'nın parçalanmasıyla mümkün olabilmişti. Osmanlı, Batı'nın zulüm ve vahşeti arkasına alarak yürüttüğü emperyalist yayılmacılığı en az 3 yüzyıl geciktirmişti. Osmanlı Batı için büyük bir ayak bağı idi. Ortadoğu-Mezopotamya coğrafyasındaki kültürel, tabii ve tarihsel zenginliği yöneten Osmanlı'nın elinden bu zenginliği almadan ne İngiliz emperyalizmi ne de Siyonist emeller hedeflerine ulaşamayacaktı. Bunu çok iyi bildikleri için Güney'de Arap milliyetçiliğini, Balkanlarda Slav milliyetçiliğini, etnik, dini, mezhebi farkları kaşıyarak Osmanlı'yı Batı'dan ve Doğu'dan kuşattılar. Batı'da tabii, stratejik sınırımız olan Tuna, Güney'de ise Nil havzası Batılı emperyalistlerin eline geçince Osmanlı Anadolu coğrafyası gibi kısıtlı bir bölgeye sıkıştırılıp bırakıldı. Ancak şunu anlayamadılar. Bugün Türkiye'nin coğrafi sınırları Misak-ı Milli sınırları ile mahduttur, ancak stratejik, psikolojik, tarihi ve kültürel sınırları yine Tuna'dan başlar, Nil Havzasına hatta Kızıldeniz'e iner. Yine hilafete birkaç yüzyıl başkentlik yapan İstanbul'un tarihsel misyonu da aslında sona ermemiştir. Anadolu toprakları İslam'ın son korunaklı kalesi olarak varlığını sürdürürken İstanbul da tarihsel misyonuna döneceği günleri bekliyor. Şimdi Batılıların en çok korktuğu şey, "büyük ruh" yeniden uyanmasıdır. O büyük ruh, Müslüman Türk'e Viyana kapılarını çaldıran, Alman'a, İngiliz'e, Fransız'a diz çöktüren, Harem-i Şerif'in hadimi olarak yüzyıllarca hilafet cübbesini sırtında taşıyan, sadece yaşadığı ve yaşattığı coğrafyaya değil tüm insanlığa, esenlik, barış, adalet ve huzur getirecek asil ruhtur. İşte Batılılar bu büyük ve asil ruhun uyanmasından yani Toynbee'nin ifadesiyle durdurulan devin uyanmasından çok korkuyorlar. Bu ruhun uyanmaması için de ellerinden geleni yaptılar, yapıyorlar. Önce hilafeti elimizden aldılar, sonra seküler-modern bir düzen kurdurtarak kültürel olarak bizi yüreğimizden hançerlediler, inanç ve iman üzerinde yerel taşeronları eliyle baskı kurarak asil bir ruhun boynuna basmaya kalktılar. Bizi kendilerine benzetmek için ellerinden geleni yaptılar. Kısmen başarılı da oldular. Ancak göremedikleri bir şey var. Yüzyıllarca Osmanlı'yı diri tutan bu asil ruh öylesine kabına sığmaz bir dinamizm ve heyecan taşıyor ki bir gün cinin şişeden çıkması gibi uykudan uyanırsa değil yedi düvel dünya önünde duramaz. İşte bundan çok korkuyorlar. Bu işin mihenk noktasında Türkiye'nin olduğunu da çok iyi biliyorlar. Türkiye tekrar tarihi misyonuna geri döner ve ayağa kalkarsa, asil ruhu bir zırh olarak kuşanıp kıyama doğrulursa özellikle İslam coğrafyasında varlık şanslarının olmayacağını çok iyi biliyorlar. Bu millet bir gün bu asil ruhu kuşanacak ve er ya da geç muhakkak aslına rücu edecektir.

Dünyanın İslam'ın Nefesine İhtiyacı Var!

Mübarek Ramazan ayındayız. Filistin'deki direnişte şehit olan kardeşlerimizin gördüğü zulüm hepimizi üzdü ve buruk girdik Ramazan'a. Ancak bu burukluk yerini Ramazan'ın getirdiği letafetle bir parça umuda bıraktı. Geleceğe dair umutlar kuşanıyoruz bu rahmet ikliminde. Ramazan'ın ruhumuza üflediği fıtrata dönüş gayreti bizi bir parça teskin ediyor, derin bir soluk aldıktan sonra her şeyin daha güzel olacağı günler için iyimserlik kuşanıyoruz. Ve biliyoruz ki bu dünya İslam'ın güzellikleriyle güzelleşiyor aslında. İslam'ın güzelleştirdiği insanların varlığı ile güzelleşiyor. İnsanlık adına ümitvar olduğumuz bir gün dönümüne gebe dünya bunu da iyi biliyoruz. İnsanlığın İslam'ın nefesine ihtiyacı var. Barışa, esenliğe, adalete ve saygıya olduğu gibi. İnsanlık içinde yaşadığı bunalımı ancak İslam'la aşabilecek, Batı içine düştüğü medeniyet krizinden ancak İslam'la kurtulabilecek. Bütün bunlar ortadayken ümitsiz olmaya gerek yok öyleyse. Kim bilir belki bu defa hiç beklenmedik şekilde İslam Güneşi Batı'dan doğar. Buhranın kuraklaşmış toprağına düşecek yeni damlalar belki yeni fidanların ışkın vermesine imkan tanıyacaktır. İlahi takdir nasıl tecelli eder bilinmez. Ama zulmün arş-ı alaya uzandığı, savaşların, açlığın, yoksulluğun, kaosun, çatışma ve adaletsizliğin zirve yaptığı bir dünyada son umut, son kale, son kurtuluş reçetesi İslam'dır. Batı da er ya da geç bunun farkına varacaktır, Doğu dau2026