Epistemolojik tahakküm
İnsan dünyada kendi iradesi dışında
bulunmaktadır ve dünya insan için verilidir. Bunun anlamı; insanın belirli bir
düzeye kadar dünyayı değiştirme gücü olmakla birlikte, insan, tabiat ve evrenin
genel işleyiş ilkelerinin bulunduğu; bu ilkelerin ihlal edildiği oranda insanın
olumsuz olaylarla karşılaşacağıdır.
Bu durum “imkan” kelimesini anahtar bir
kavram olarak karşımıza çıkarmaktadır kanaatimizce. Aslında tüm yazdıklarımı
“imkan felsefesi” ve “imkan sosyolojisi” çerçevesinde okumak ve analiz etmek
mümkündür. Doğrusu bu verili dünyada insanın yapıp etmelerinin verimli
olabilmesi için kendisinin ve dünyanın imkanlarını bilmesi lazımdır. Aksi
taktirde çok şey yapmak isteyebilir ancak bunlar mümkün olmaz. Bu bağlamda
insanın imkanlarını kullanamaması kadar, cirmini aşan işlere girişmesi de bir o
kadar handikap olacaktır.
Söz gelimi; içinde yaşadığımız çağda
özgürlük neredeyse insan için olmazsa olmaz listenin en başında gelmektedir.
Doğrusu ben de özgürlüğün bu önemli boyutunu her fırsatta vurgulamaktayım.
Ancak modern zamanlarda insanın Tanrı’ya kafa tutmasını özgürlükle eşitleyen
düşüncelere baktığımızda, bu düşüncenin insanın cirmini aşan bir talep olduğunu
görürsünüz. Çünkü insan ölümlü bir varlıktır. Fakat dikkat edilirse dinlerin
insanın kökenine dair yazdığı hikayelerde olsun, kutsal kitabın tarihsel
süreçte anlattığı serencamda olsun insanın kendi imkanını ve verili dünyayı
gözetmeksizin yaptığı ataklar söz konusudur.
Modern dünya insanın özgürleşimi
iddiasıyla başladı. Buna göre kurumsallaşmış olan Hıristiyanlık üzerinden
toplum üzerinde kurulan baskı, aslında kilisenin gerçeklikten kopuşu ile
bağlantılıydı. Modernlik artık Tanrı’ya referansta bulunmadan özne olarak
insanın bir dünya kurma girişimi olarak dikkat çekmektedir. Şu anda işte bu
iddianın postmodern versiyonunu yaşamaktayız.
Ortaçağ’dan modern dünyaya geçişle
birlikte gerçekleşen ontolojik ve epistemolojik yer değiştirmeler, son kertede
Tanrı ile insan, vahiy ile insan bilgisi arasında otorite değişimini
sonuçlamıştı. İnsanın bu merkezi konumu kendisi kadar bilgisini de
mutlaklaştırmasına sebep olmuştur. Halbuki kendisi sınırlı sonlu bir varlık
olan insan üretimi bilgilerin sürekli yanlışlamaya açık olduğunu unutmamak
gerekir.
Epistemoloji ile ilgili tartışmalar
Batı’da farklı boyutlara doğru evrilmiştir. Duygu ve sezgilerin öneminin ihmal
edilmesi tek bir bilme tarzını öne çıkarmıştı. Bu bağlamda “bilim”in tek bilme
tarzı olmasına Feyerabend’in itirazını görmekteyiz. Kendisi “Bilim Kilisesi”
tabiriyle bu bilme tarzının dogmalaşmasını eleştirmektedir.
“Bilim”in doğası sürekli
eleştirilebilirlik, farklı görüşler ve yanlışlamaya açık dinamik bir nitelik
taşımasıdır. Bugün için bilim söz konusu olduğunda maalesef onu
dogmatikleştiren bir zihniyetinde giderek yükseldiğini görmekteyiz. Bu
dogmatikleştirmenin birkaç boyutunu şu şekilde ifade edebiliriz.
Birincisi, bilimsel görüşler hangi
alanda olursa olsun ictihadi nitelikler taşırlar. Yani bilim adamları aynı
görüşte olmayabilirler. Bu görüşlerden herhangi birisini “sahih” ilan ederek
diğer görüşleri bilim dışı ilan etmek bilimin kendi karakteristiğiyle örtüşmez.
Tıpkı dinde farklı mezhepler arasında da mutlak bir sahihlik iddiasının
olamayacağı gibi.
İkincisi, bilimin bilme faaliyetini
gerçekleştirdiği bir metodu ve alanı vardır. Dolayısıyla dünya ölçeğinde tek
bilme biçimi değildir. Elbette fenomenal dünyada bir bilme alanına tekabül
etmektedir. Fakat onun sonuçlarının tümüyle mutlaklaştırılması, bir dönemin
kilise dogması haline getirilmesi demektir.
Bilgi sürekli denetlenebilir, yanlışlanabilir, değişebilirlikler açısından dinamik bir karaktere sahiptir. Bunun dışındaki yaklaşımlar epistemolojik bir tahakkümü dünyaya sunmak demektir.