Entelektüel ilgisizlik
Türkiye, diğer Batı-dışı toplumlar
gibi modernleşme sürecine “aktarım”larla dahil olmuştur. Modernleşme kendi
dinamikleri ile oluşmadığından, Osmanlı’dan başlayarak gerçekleştirilmeye
çalışılan ıslah ve tecdit hareketleri ister istemez belirli gerilimleri de
yansıtmıştır. Bu aynı zamanda Batı’nın hikayesine ve kimi zaman batılılaşmaya
dışarıdan dahil olmanın zorluklarını da içinde barındırmaktadır.
Bu minvalde oluşan kafa
karışıklarından birisi de, ulema, aydın ve entelektüel şeklinde isimlerini
sayabileceğimiz profillerin içeriğinde meydana gelmiştir. İslam geleneğinin
tarihine bakıldığında karşımıza “âlim”in çoğulu olan “ulema” kavramı bir bilgi
profili ve otorite şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Ulema, tarihsel süreçte ilimlerde
otorite olmuş, devletle-sivil alan arasında (sivil alan batı’daki sivil toplum
kavramından farklı anlamda kullanılmaktadır)toplum ve sivillikten yana duran
bir figürdür. Bu bağlamda ulemayı sadece bilgi üreten ve bilgi aktaran bir
fonksiyonla sınırlandırmamak lazımdır. Çünkü ulema toplumun sorunlarının
farkındadır onlara çözüm önerir ve en önemlisi özgür bir ictihad alanında
hareket etmeye çalışır.
Bu minvalde Ebu Hanife’nin iyi bir
örnek oluşturduğunu söyleyebiliriz. Ebu Hanife tüm toplumsal sorunlar
karşısında bir tavır geliştirmeye çalışmış, kendisine “resmi ulema” olma
yolundaki teklifleri de reddetmiş ve hatta bu sebeple baskı da görmüştür. Bu
anlamda ulemayı sadece bilgi aktarıcısı değil, bugün Batı’daki karşılığı ile
(tam karşılığı da değildir) entelektüel olarak da kamusalda bulunduğunu
görmekteyiz.
Osmanlı’nın son döneminde ulema
etkinliğini kaybetmiştir. Bu, bir yandan ulemanın yeni gelişen dünyayı
okuyamaması, diğer yandan artık Batı’da yetişen aydınların onların yerine ikame
olması sebebiyledir. Nitekim bir ayağı “ilim” olan Osmanlı Devleti’nde ulema
bürokrasideki etkinliğini de kaybetmeye başlamıştır.
Ulema ve aydın, o günden bu yana hem
dualist yapının bir parçası olarak hem de aralarındaki gerilimle gelmişlerdir.
Ulema, İslami ilimleri bilirken, dünyadaki gelişmeleri okuyamamakta; aydın ise
dünyadaki gelişmeleri takip ederken İslami ilimleri bilmemektedir. Burada
“islam”ın çok geniş bir kültür evrenini tanımladığını hatırla(t)mak lazımdır.
Aydın’ın Türkiye toplumunda bir yabancı gibi durmasının sebeplerini de burada
aramak lazımdır.
Aradan geçen bunca zamana rağmen
ulema ve aydının durumunda bir değişim gözlenmemektedir. Zaten “ulema”
diyebileceğimiz bir figürün varlığı hala tartışmalıdır. Fakat bununla birlikte
ulemanın dünyayı okuması hala problemli görünmektedir. Aydın da bu topraklara
yabancılaşmasını hala aşabilmiş değildir.
Şimdi Türkiye gibi batı dışı bir
toplumda, bu dualist ve bütünlükten yoksunluk problemi nasıl halledilecektir?
Hala her iki profilin de birbirini anlama sorunu olduğu görülmektedir. Bu durum
aynı zamanda, din ve dünya uyumunun da sağlanamamış olduğunun bir göstergesi
gibi görünmektedir.
Fakat esas sorun; ulema, aydın ya da
entelektüellerin kendilerini okuma konusundaki ilgisizlik ve
isteksizlikleridir. Öyle ki, bir takım problemler soyut düzeyde tartışma konusu
olmakta Türkiye düzlemine inememektedir. Yani kendi toplumunu okuma, kendi
teorisini oluşturma, sorunlarını ciddiyetle sonuna kadar bilimsel olarak
tartışma gibi işlevler zayıf kalmış görünmektedir.
Batı’daki teori ve tartışmaların
altı kazındığında o toplumun sorunları ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bunlar
hem bir tarihsel süreci hem problemi hem de teoriler bağlamında buna yönelik
açıklamaları içermektedir. Belki de bu sebeple, öncelikli adım kendimiz üzerine
yeniden projeksiyon geliştirmek olmalıdır.