Ensar olabildik mi?
Dünya bir imtihan durağı. Geçip gidiyor günler, aylar, yıllar… Geriye dönüp baktığımızda neredeyse bir rüya âleminde yaşadığımızı sanıyoruz. Tutamıyoruz anıları, yaşanmışlıkları, bir su gibi akıp giden günleri…
On iki yıl nasıl geçti, o zorlu günler geliyor
aklıma… Komşumuzun evinin alt katına Suriye’li bir aile gelmiş, iç savaştan
kaçmışlar. Ev eski evlerden olduğu için beton zemine serilecek bir kilim, bir
halı yok. Yeni doğan bebekleri için eşimle birlikte gidip beşik alıyoruz. Nasıl
da heyecanlıyız. Kardeşlerimiz kaçıp gelmişler savaştan, işkenceden, zulümden.
Onlara şimdi Ensar olabilmeli diye düşünüyoruz. Bu heyecanla koşturup
duruyoruz. O aldığımız beşikte üç çocuk daha büyüdü.
“Size
ne oluyor ki Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu ülkeden
çıkar, katından bize bir sahip gönder, nezdinden bize bir yardımcı yolla’ diyen
mustazaf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğruna savaşmıyorsunuz?”
(Nisa 75)
Biz savaşacaktık evet, bu iyilikle, vermekle, paylaşmakla
gerçekleşecek bir savaştı. Onlar muhacirdi, biz Ensar olmuştuk işte.
Yüzyıllardır bağrında nice milletleri barındırmış kutlu ülkemin güzel insanları
Ensar olma şerefine nail oluyordu.
Coğrafya kaderdir, coğrafya kederdir, coğrafya
zulümdür, coğrafya ihanettir. Bu ihaneti ve zulmü görmüş kendi ülkelerinde,
faşizan ve diktatör rejimden kaçanlar ülkemize sığınmışlardı. Şimdi intihan
zamanıydı. Verme, paylaşma zamanıydı…
“Allah’ın yardımı ne zaman?” çaresizliğiyle,
işkenceler altında inleyen, kadınları iğfal edilen, çocukları ölü masum
güvercinler gibi sahillere vuran bir halk soruyordu sanki…
Dualara duruyorlardı, Gazze ve Filistin halkının
yıllardır yaşadıkları zulme eş bir zulümle artık yollara düşmüşlerdi. Gidecek
bir kapı, sığınacak bir sıcak ev, dört duvar arıyorlardı. Bu arayışla kaç bot
gömüldü Akdeniz’in soğuk, köpüklü sularına. Kaç mülteciye mezar oldu Akdeniz’in
derin ve soğuk dalgaları. Sonra Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan kavi ve
güçlü duruşuyla açtı kapıları zorda kalmış, zulme uğrayan kardeşlerimize. Zor
zamanlar yaşadık, kabullenmek, birlikte olmak zordu. Ama biz hep paylaşan taraf
olalım, veren el olalım istedik. Mazluma sıcak bir yuva, sıcak bir somun ekmek,
sığınacak bir liman… Bizim mayamızda vermek, hami olmak, sarıp kuşatmak vardı…
Sıcak evlerde, kalorifer sıcağından kızarmış gürbüz
çocuklarının gözlerine utanmadan bakan, bir acıklı film gibi tüm zulmü
izleyenler de karşı duruyorlardı bu sığınan muhacirlere… Rahatları bozulsun
istemiyorlardı, onların steril hayatlarının konforunu Suriyeli bir yetimin
acılarına, çocuklarını kaybetmiş bir annenin eşsiz teslimiyet yüklü
feryatlarına, bir babanın çaresizliğine, acılarına yer yoktu.
Şimdi kardeşlik sınavının en zor zamanlarında büyük
bir imtihanın içindeydik. Müslümanım diyenler, kardeş sayıldıkları başka bir
Müslüman ülkenin göçe mecbur kalmış, çaresizlik içinde çırpınan insanlarıyla
sınavdaydılar.
“Allah’ın
kulları kardeş olunuz!” (Müslim)
Efendimiz asırlar öncesinden sesleniyordu. Ahir
zamanlarda, acımasız savaşların tam ortasında bu çağrı hangi yürekte yankı
bulacaktı.
“Müminler
ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan
korkun, sakının. Umulur ki, rahmet bulursunuz.”
(Hucurat – 10)
Kardeşlik neydi? Paylaşmak nasıl olmalıydı? Ensar
olmayı biliyor muyduk?
Şimdi bu soruların cevaplarını çok net bir şekilde
verebileceğimiz günleri yaşıyoruz. Zalim Esed rejiminin iç savaşından kaçıp
ülkemize sığınan binlerce mülteciyle yaşadık on iki yıl boyunca. Bu yaşantımızda
onlara nasıl davrandık, onlara nasıl muamele ettik?
Kimsenin yaşamayacağı buz gibi zemini olan,
penceresi, camı olmayan izbe yerleri layık gördük onlara bazen. Bizim için ucuz
iç gücü olan hazır insan kitlesi olarak baktık. En ucuz maaşı verdik yeri
geldi. Hakir gördük, küçümsedik, bizden değiller diye kabullenmekte zorlandık.
Niye memleketimize geldiler diye sorguladık.
Şimdi akın akın gidiyorlar yurtlarına. On yıldır
Esed’ in cehenneme çevirdiği, dünyada eşi görülmemiş zulümlerin, katliamların
işlendiği memleketlerine akın akın gidiyorlar. Asrın Auschwitz toplama kampını
aratmayan işkenceler altında inim inim inlettiği bir halktı geride kalan. 60
yılı aşkın süredir zulümle yönetilen Baasçılık sona ermişti. İnsanlar yıllardır
Sednaya cehenneminde, insan mezbahasında eşi görülmemiş, inanmakta zorluk
çektiğimiz işkencelere maruz kalmışlardı. Yıllardır içeriden bir görüntü
alınamamış, adeta bir sır gibi saklanın gizli cehenneme, kat kat yerin altına
ulaşılmaya çalışılıyor günlerdir. Burası bir ölüm kampına dönmüştü. Gencecik
kızlar iğfal ediliyor, insanlar pres makinalarında ölüme terkediliyorlardı. Bu
işkenceleri öğrendiğimizde insanların neden ülkemize sığındığını daha iyi
anlıyorduk. Binlerce kişi Emevi Camisinde Cuma namazını tekbirlerle eda ederken
tarih yeniden yazılıyordu. Zor günler olacaktı elbet ama yaşadıkları bu
zulümler kadar zor olamazdı hiçbir şey…
Suriyeli
Müslümanlar, özgür Suriye’de güzel günler görürler inşallah. Vatan bir toprak
parçası değildir elbet, vatan özgürlüktür, vatan sımsıcak bir yuvadır, vatan
hor görülmemektir, vatan paylaşmaktır, vatan yaşamaktır doyasıya dolu dolu
gökyüzüne bakarak incinmeden, hor görülmeden.
Şimdi yüreklice cevaplayalım, “bizler acaba Ensar
olabildik mi?” İmtihandı yaşandı geçti
ve şimdi başka imtihanların eşiğindeyiz. Belki de ateş topuna dönen coğrafyada,
bağrımıza bastığımız bu mazlumların duasıyla ayakta kalabiliyoruz. Dört yanımız
sarılmış savaşlarla, uyanık bir bilinç ve duyarlılıkla baktığımızda görüyoruz
fırsat kollayanları, bizi alaşağı etmeye çalışanları.
Şimdi helalleşme zamanı. Kırdığımız kalpleri onarma
zamanı. İnsanca, onurluca, mertçe dobra dobra hatalarımızla, eksikliklerimizle
yüzleşme zamanı. Oysa paylaşamadığımız nedir ki, gelip geçici dünya durağında.
Bizler de muhacir değil miyiz? Bizler de sahibi olduğumuzu sandığımız
meskenlerimizi, beldelerimizi, memleketimizi bir gün bırakıp gideceğiz elbet.
Geçici yurt ne zaman paylaşamadığımız bir yurda dönüştü. Oysa gerçek hayat,
gerçek ve ebedi yurt bizi bekliyor.
Bizi bekleyen gerçek hayata acaba yüzü ak, zorlu
imtihanlardan arınmış, tertemiz, selim bir kalp ile gidebilecek miyiz? Razı
eden, razı olanlardan olarak, haksızlık etmeden, haksızlığa mahal vermeden
gidecek miyiz? Sahibi değil de şahidi olduğumuz bir dünyada paylaşamadığımız
nedir ey dostlar?
Şimdi bu soruyu soralım kendimize bir kez daha:
“Ensar olabildik mi, kardeşçe, dostça davranabildik mi, insanca, erdemlice
bakabildik mi gözlerine mazlumların?”