Enkaz 04.17
Kevn ve fesat kelimeleri arasında salınıp duran, yüzünü bazen oluşa bazen de yıkılışa dönen bir dünyada, bir rüyada gibi, yaşamıyor gibi yaşıyoruz. Bir oluş ve yıkılış hikayesi tekmil hayatlarımız. Her oluşta gözlerimiz parlıyor, hayatın renkleri derimizden yol bulup içimizi bahar bahçeye çeviriyor, her bozuluşta dikkatimiz dağılıyor, diğer renkleri asık suratı ve sıkı dudaklarıyla gri emiyor ve geriye buharlaşmış özün dumanları arasından çaresizce bakan biçim posaları kalıyor. Hep böyle, başlangıçtan beri zamanın ritmi durmaksızın bize bunu söylüyor: Bir oluş ve bozuluş alemindesiniz, oluşa şımarmak da bozuluşa kederlenmek de hayata dahil.
Arapça bir kelime olan enkaz, bütünün parçalanması, onu oluşturan ögelerin hoyratça birbirinden koparak uzağa düşmesi, soluklaşması demek. Aslında bu yönüyle enkaz tam da inşanın ve imarın karşı yakasında duruyor. Dirimle, dirilişle, yapmayla, eyleyişle ilgili olduğu için her durumda inşa ve imar insanı yaşama bağlarken ölümle, ölüm göstergeleriyle, dağılmayla ve geri çekilmeyle ilgili olduğu için yıkım, deprem ve enkaz içimizdeki yaşama sevincinin yerine kocaman kederler bırakıyor. Ve üstelik ne deprem tamamen fiziksel bir yıkım ne de enkaz sadece betona ait. Belki de asıl konuşulması gereken fay hatlarından önce kırılan inançlar, ahlaklar; belki de asıl konuşulması gereken patlayan kolonlardan önce gerçekleşen toplumsal çürümelerdir; belki de asıl konuşulması gereken insan gövdeleri üzerine betonlardan önce düşen hırs ateşiyle yanıp tutuşan insan gövdeleridir, kim bilir? Duvarı çürüten nem sadece duvardan duvara mı geçer? Ama belki de duvara geçen nemin çıktığı ilk yer duvarı inşa eden zihniyetin bizatihi kendisindedir, kim bilir? Ve bu vakitten sonra artık manzara bir baştan ötekine mahşer yeri olmasın da ne yapsın? Yıkılmış kentler, birbirinin içine geçmiş beton bloklar, tanınmaz hale gelen caddeler, sokaklar, köklerinden sökülerek yere yığılmış ağaç gövdeleri, parçalanmış aileler, tanımsız bedenler ve kim bilir belki de hiçbir zaman bir daha eskisi gibi olmayacak zamanlar… Deprem tam olarak budur. Bin özenle yapılan inşanın birkaç dakika içinde heder olup gitmesi…
Hiç kuşkusuz 6 Şubat depreminin yaptığı da bize söylediği de bu idi. Üzerinden bir küsur yıl geçtiği halde Adıyaman’daki saat kulesinin hala 04.17’yi göstermesi yerle bir olmuş anıları, geri döndürülemeyecek zamanları hatırlatmanın yanı sıra, olduğu halde olamayabilecek olanı da göstermektedir. Kaderin yanına yerleştirilmiş ihmalleri, inşanın kıyısına iliştirilmiş aç gözlülükleri ve insanın içindeki o bitmeyen iyilik kımıltısını da yanına alarak elbette. İşte bu bilinçle, deprem sonrasının zabıt katipliğini yapan Mustafa Coşkun, depremin o ilk günlerinin resmini çeken, olayı yeniden, bir daha tecessüm ettiren bir belge-roman kaleme aldı. Kitap Altın Meşale Yayınları tarafından 2024 yılında yayınlandı ve yazarı Mayıs ayı içinde Ankara’da okuyucularıyla buluştu. On iki bölümden oluşan kitapta sırasıyla; depremin çocukları, bastığın yerdeki imdat sesleri, enkazdaki sevgili, birbirine sarılmış aile, hastane, mezarlık, odunluğa sığan lüks yaşamlar, kamp çadırı, yaban sitesi, iğneci Cercis’in çocukları, çadırkent okulu, ya deprem İstanbul’da olsaydı başlıklarını taşıyor. Herbir bölümün adından zaten içeriğine nüfuz edilebilen bu metin, belki de yaşanmış olanları sıcağı sıcağına kalıba dökerek gelecek nesillere aktarmanın önemli araçlarından biri olacak. Geçmişten geleceğe sadece felaket anındaki psikolojinin aktarılması değil fakat aynı zamanda olası bir depremde nelerin yapılması gerektiğine yönelik ufak tefek öneri paketleri de sunan metnin elbette edebi değerine yönelik değerlendirmelerde bulunmak, en azından meselenin ruhunu incitmek anlamına geleceği için bu konudaki fikirlerimizi ifade etmeyeceğiz. Burada, önemli olan, yazarın da dikkat çektiği üzere, olaydan ders çıkarmaktır. Herbir bölümde gözler önüne serilen sayısız trajedi, bölünüp parçalanan aile görüntüleri, enkazdan arta kalan dağılmış psikolojiler, lüks yaşamlardan kendini ansızın yokluğun kucağında bulmalardan ziyade aynı kazanın aynı sonuçları doğurmamasına yönelik önlemlerin müzakare edilmesi ve badireden ders çıkarılmasıdır. Yazar, özellikle on bir ve on ikinci bölümlerde tam da buna dikkat çekerek insanları “depremin değil, tedbirsizliğin öldürdüğünü” söylüyor. Böylece kaderin ağlarını örenin biraz da kolektif ve kurumsal irade olduğunu dile getirmiş oluyor ki zaten depremin ilk günlerindeki kurumsal çaresizliğin başkaca da bir izahı yok.
Deprem literatüründeki yerini alacağını, deprem periferisi çalışmalarında yararlanılacak kaynaklardan biri olacağını düşündüğüm bu çalışmaya yönelik son hükmü yine yazarına bırakıyorum: “Bu kitabı iki temel amaç için yazdım: Birinci amacım; yaşanan deprem gerçeğini tarihe not düşürmektir. İkinci ve asıl amacım ise depremden ders çıkarmaktır. Yani deprem tecrübemizi depremi yaşamayanlara aktarmaktır. Depremi bekleyen insanların başına gelebilecek felaketi önceden görüp tedbir almalarını sağlamaktır.” Şu bir gerçek ki toprakta, insanda ve toplumda çöküş derinlerden başlıyor, deriye vardığında bize artık sadece enkazı toparlamak kalıyor. Tıpkı Enkaz 04.17’deki manzaralar gibi…