Enes olabilmek…
Evlâdımız
Enes’in vefatının üzerinden “bir sene
bir ay” geçti.
Bir
Bayram daha.
Biz
bundan sonra Bayram görebilecek miyiz, önümüzde kaç dakika, kaç saat, kaç gün,
kaç ay, kaç yıl var?
Bir
dakikalık ömrümüzün kaldığından bile emin değilken, ne ince hesaplar yapıyoruz?
Bir
Kurban Bayramı’nı daha dünya gözüyle göremeyeceğimiz yakınlarımız olmadan
tamamlıyoruz.
Bir
sonraki Kurban Bayramı’nda bizi hatırlayan dostlar, ismimizin önüne “Rahmetli” ya da “Merhum” temennilerini
yerleştirecekler, hiç de küçük olmayan bir ihtimalle.
İnsanların
ölüm vesilelerini alt alta dizin…
Trafik
kazası mı dersiniz, hastalık mı dersiniz, banyoda ayak kayması mı dersiniz,
merdivenden yuvarlanma mı, pencereden düşen saksının ya da bir maganda
kurşununun isabet etmesi mi?
O
kadar çok vesile, sebep var ki…
Bir
sonraki güne çıkma ihtimalimiz, çıkmama ihtimalimizden çok daha az!
Ölüm
bu kadar yakın; biz ne kadar uzak görürsek görelim, ömrümüzün uzun olması için
ne kadar dua alırsak alalım, çok yakın.
Bunu
hepimiz biliriz ama, havamızdan da geçilmez.
Altınızda
dikkatleri anında üzerinde toplayan çok lüks bir otomobilin olduğunu düşünün.
"Şahin'den, Murat'tan"
inişinizle, o arabadan inişiniz arasında fark olur mu, olmaz mı?
Bir
yere başkan oldunuz diyelim;
İnsanlar
etrafınızda pervane…
Nefsinizi
okşamaz mı?
Çok
güzel ya da çok yakışıklı olmak ya da olmamak sizin için ne kadar mühim?
Şöyle
bir bakın, ne aşırı övgüler yağdırılan insanlar var şurada burada, bilhassa da
sosyal medyada…
Onlardan
biri olmak ister miydiniz?
Kulları
öve öve bitiremeyenlerden misiniz?
Bilirsiniz;
Nebî
(S.A.V.) birinin aşırı övüldüğünü işitince,
“Adamı mahvettiniz, bel kemiğini
kırdınız!” buyuruyor.
Bizim
tavrımız dirilerimizi öve öve bitirmek olmamalı... Güzel işler yapanları
hayırla yâd etmek olmalı...
Bilhassa
da merhum ve merhumelerimizi.
“Yürek dolusu”
hayırla yâd edilmek için de, “iyi insan”
olmalı.
Öleceğiz
ya…
Biz
musalla taşındayken o soru sorulacak cemaate…
Ve
cevaplar gelecek:
“İyi bilirdik!”
“İyi bilmezdik ama neyse, ölmüş gitmiş
adam! Usul yerini bulsun!”
İkisinden
biri.
Bir
gün…
Enes
(R.A.)’dan aktaralım:
Bir
gün Peygamber (S.A.V), bazı sahâbilerle birlikteyken, yanlarından bir cenaze
geçti.
Ashaptan
bazıları o cenazeye hayırla andı.
Bunun
üzerine Nebî (S.A.V.)
“Kesinleşti”
buyurdu.
Bir
süre sonra…
Bir
cenaze daha geçti.
Orada
bulunanlar onu, pek de “hayırla”
anmadı.
Nebî
(S.A.V) bir kez daha,
“Kesinleşti”
buyurdu.
Ömer
İbnu’l Hattâb, “Ne kesinleşti ya ResûlAllah?" diye sorunca…
Peygamberimiz (S.A.V.) şöyle buyurdu:
“Hayırla andığınız
cenazenin Cennet’e girmesi, kötülükle andığınız cenazenin de Cehennem’e
girmesi…
Kesinleşti.
Çünkü siz (mü’minler),
yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz!”
*
Kurban Bayramı’nın ikinci
gününde…
Bir yıldır fırsat buldukça yaptığımız gibi, Rahmetli Enes
Evlâdımızı yakından tanıyan dostlarımızla bir araya geldik.
Onu yâd ettik.
Herkes aynı şeyleri söyledi:
Merhum, çok yardım severdi.
Darda kalmış kim varsa; insan, hayvan, bitki fark etmez,
yardımına koşardı.
Her tanıştığının halini hatırını sorar; bayramlarda seyranlarda
mutlaka arardı.
Paraya pulu baş tacı etmezdi ve asla israf da etmezdi.
Merhum Enes inancından, prensiplerinden hiç taviz vermezdi.
Karşısındakine en güzel üslupla “Hakk”ı tebliğ ve tavsiye ederdi.
Tartışmaya girmezdi.
İşine herkesten önce gider, vazifesini yetiştirmekte zorluk
çeken bir arkadaşı varsa, mutlaka destek verir, yükünü hafifletmeye çalışırdı.
Her nimetin kıymetini bilirdi.
Mekânın ve zamanın hakkını verirdi.
İş yerinde iş disiplini, piknik yerinde o ortamın rahatlığı.
Çocukla çocuk, büyükle büyük.
Çok genç yaşında amansız hastalıklardan birine yakalanmıştı,
ömrünün son aylarını büyük ıstıraplarla geçirmişti ama hiç şikâyetçi olmamıştı.
Beyin ameliyatından sonra yatağa bağımlı hale gelmişti.
Bin türlü sıkıntısı ve yanında güzel, tertemiz bir tuğlası
vardı.
O tuğla ile abdestini alır, namazlarını kılardı.
Hastalığının amansızlığını çok iyi bildiği halde, o haldeyken “doktora” imtihanına hazırlanıyordu.
“Ölüm Allah’tan, hangi
saniye ise o saniye. Onu biz bilemeyiz. Biz üzerimize düşeni yapalım ve
tevekkül edelim!” diyordu.
*
“Hayırla yâd edilme” meselesi var ya…
Ne yaparsanız yapın, bazıları hakkınızda “kötü” konuşacaktır.
Öyle değil mi?
Merhum Enes için bu böyle değil.
Onun dünya görüşüne karşı olan “tanıdıkları” bile, bahsi açıldığında, “Çok temiz bir insandı.” diyorlar.
Dil ile söylemek, kalp ile söylemek meselesi.
Enes çok konuşmazdı.
Gerektiği kadar konuşurdu.
Daha çok gözleri ve kalbiyle verirdi mesajını.
“Mesaj vermiş olmak” için de yapmazdı yaptıklarını.
O öyleydi.
Şırıl şırıl akan tertemiz su, hemen herkeste aynı hisleri
uyandırır ya…
Öyle bir haldeydi.
*
Enes’in hidayetine vesile olduğu gençler var.
Öyle “politik”
mesajlarla filan değil…
Kalpten kalbe giden mesajlarla etkiliyordu insanı.
“Etkilemek için” yaparsan olmaz zaten.
Öyle isen öylesindir.
Mesele öyle olabilmekte.
Rol yapmayacaksın, olacaksın!
*
Sohbetlerde “Merhum Enes
gibi olabilsek..” temennisi dile getirilince…
“Onun gibi olmak çok
zor, biz olamayız mümkün değil” benzeri
lâflar ediliyor.
Niçin olamayız?
Kalp hasta!
Yok mu bu hastalığın tedavisi?
Olmaz mı!..
Dert varsa çare de var…
Evlât acısana dayanabilecek kadar sağlam bir yürek vermiş
Rabbim.
Orada ne cevherler var.
Onlardan habersiz mi ölüp gideceğiz yani!