Endülüs'te Kurtuba'nın Altın Çağı
İslam medeniyetinin parlak
dönemlerinden birisi Endülüs İslam Devleti’nde yaşanmştı. O dönemi yazmaya
devam eden yazar Nurettin Taşkesen ile unutulmayan Endülüs’ü ve Kurtuba’nın
Altın Çağı’nı konuştuk.
İslam
tarihinin şanlı sayfalarından birisi Avrupa’nın merkezinde bugün İspanya
sınırlarında bulunan Endülüs İslam Devleti’nde yaşanmıştı. Tarihçiler o dönemi ‘Endülüs
İslam Medeniyeti’ olarak adlandırıyor. Yaklaşık 800 yıl devam eden muazzam parlak
bir dönem. Tarihçi yazar Nurettin Taşkesen’in Endülüs serisinin yeni kitabı Kurtuba’nın
Altın Çağı, Mihrabad Yayınları arasında çıktı. Serinin ilk kitabı Endülüs
Fatihleri ise daha önce yayınlanmıştı. Nurettin Bey ile Endülüs’ü ve yeni
kitabını sizin için konuştuk.
Kudüs’ten Endülüs’e uzanan yol
Endülüs’ü araştırmaya ve yazmaya
niçin ve nasıl başladınız?
2017 yılında
Kudüs’e giderek araştırmaya başladım. Üç yıl içinde Filistin ve Kudüs ile
ilgili üç kitabım yayınlandı. Kudüs’ten Endülüs’e uzanan tarihî ve manevi bir
yol var. Fetihler ve zaferlerin yanında isgaller, katliamlar her iki coğrafyada
Müslümanların değişmez kaderi olmuş. Ama asıl önemlisi, her iki beldede gayrimüslimlere
tanınan haklar sayesinde hoşgörü, barış ve huzur içindeki insanlar asırlarca
bir arada yaşamışlar. Bu yüzden Kudüs’ten sonra, 8 asırlık Endülüs konusunu seçerek
araştırmaya başladım. 2019’da yaptığım Endülüs seyahatinden sonra da ilk
kitabımı yazdım.
Coğrafya tarihin ayrılmaz bir
parçasıdır
Kitaplarınızı yazmadan önce o
bölgeyi ziyaret ederek araştırma yapıyorsunuz. Bunun sebebini nasıl izah
edersiniz?
Maalesef eskiden tarihî romanlar, masa başında uydurulan ve gerçekle ilgisi olmayan hikâyeler şeklinde yazılmış. Hâlbuki tarihî gerçekleri saptırmaya ve uydurma kahramanlar üretmeye hiç ihtiyaç yoktur. Çünkü tarihimiz zaten sayısız kahramanlarla dolu. Merhum tarihçi Mehmed Niyazi Özdemir böyle söylerdi. Ben tarihî romanlarımda onu örnek almaya çalışıyorum. Eğer mümkünse o bölgeye gidip ziyaret ediyorum. Çünkü coğrafya, tarihin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca o yerlerde yüzyılların birikimi olan eserleri görmek, havasını teneffüs etmek ve o insanların yaşadığı yerleri dolaşmak, yazacağım kitabın gerçeğe yakın olmasını sağlıyor. Bu yüzden kitaplarımı belge roman olarak isimlendiriyorum.
Endülüs’ün Fethi
Öyleyse Endülüs serisinin ilk
kitabından başlayalım. Endülüs Fatihleri okuyucuya neyi anlatıyor?
Evvela
Müslümanların Arabistan’dan kalkıp binlerce mil uzaktaki Kuzey Afrika’nın en
batısına niçin gittiklerini, burada gördükleri Avrupa kıtasına yani İspanya’ya
niçin geçtiklerini anlatıyor. Yani İ’la-yı kelimetullah gayesiyle insanlara
hakkı, adaleti, iyiliği ve barışı götürme cehdinin neticelerini ortaya koyuyor.
İkinci olarak da, Endülüs’ü Tarık bin Ziyad’ın tek başına fethetmediğini, başka
fatihlerin de olduğunu ve fethin sadece askeri bir zafer olmadığını aynı
zamanda İslam’ın kalpleri yumuşatarak, İspanyol halkının kendi isteğiyle kitleler
halinde nasıl Müslüman olduğunu da gözler önüne seriyor.
Endülüs’ün Kanuni’si
Peki gelelim, Kurtuba’nın Altın
Çağı’na. Endülüs’te ne zaman böyle bir çağ yaşanmış? Ayrıca kitabın kapağındaki
zat kimdir?
Aslında
sekiz asırlık Endülüs tarihine bakıldığı zaman, askerî ve siyasi bunalımların
olduğu devirlerde bile ilim, sanat, üretim ve gelişme hiç durmamış ve muhteşem
Endülüs İslam Medeniyetini meydana çıkarmış. Ama ben bu ikinci kitabımda,
özellikle Endülüs Emevi Devleti’nin zirvede olduğu çağı ve sonrasını anlattım. Kitabın
kapağında resmi olan, Endülüs’ün Kanuni’si sayılan ve tam 50 yıl tahtta kalan
hükümdar Halife Üçüncü Abdurrahman, devleti askerî ve siyasi yönden bölgesinde
en üstün duruma getirmiştir. Oğlu Bilge hükümdar İkinci Hakem ise, bilhassa
ilim ve kültür açısından Endülüs’ü zirveye çıkarmıştır.
10. ve 11.
Yüzyıl Endülüs’ü, Avrupa’nın en güçlü devleti olmakla beraber, İslam dünyasında
da Abbasi ve Fatımilerin yanı sıra üçüncü bir halifelik ilan ederek, bilhassa
Kuzey Afrika Müslümanlarını himayesine almıştır. Kurtuba, Osmanlı Devleti’ndeki
İstanbul gibi, Endülüs medeniyetinin başkenti olmuştur. Doğuda Abbasilerin
başkenti Bağdat ve Fatımilerin merkezi Kahire ile yarışan Kurtuba, medreseleri,
âlimleri ve kütüphaneleriyle batıda çok önemli bir kültür merkezi haline
gelmiştir.
Endülüs’e taşınan zenginlik
Çok merak edilen bir konuyu
sormak istiyorum. Acaba Müslümanlar, Avrupa’nın en batısında yer alan Endülüs’te
nasıl böyle güçlü bir devlet ve yüksek bir medeniyet kurabilmişler?
Her şeyden
önce Müslümanlar geldikleri yerlerin kültür ve medeniyetine ait bütün
birikimleri Endülüs’e taşımışlardır. Karanlık Ortaçağ Avrupası’nın hayal bile
edemeyeceği bir seviyede, toplumun ihtiyacı olan maddi ve manevi bütün
müesseseleri kurmuş, ülkeyi kısa zamanda refaha kavuşturmuşlardır. Örnek olarak
ziraat, imalat ve ticareti ele alabiliriz. Sadece düz tarımı bilen İspanya,
Müslümanların doğudan getirdiği yeni zirai ürünlerle ve sulama teknikleriyle
tanışmıştır. Böylece Endülüs, senede birkaç defa hasat yapılan, pirinç, mısır
gibi ürünlerle, hurma, şeftali, üzüm gibi meyvelerle zengin bir ülke hâline
geldi.
Ayrıca dokumacılık
çok ilerlemişti. Bu dokumalar Mısır’a oradan da Horasan’a kadar gidiyordu.
Yüksek kalitede kadife türünde yünlü kumaşlar yapılıyor ve Endülüs’te yetişen
bitki kökboyaları ile boyanıyordu. Sedef kakmacılığı ve fildişi oymacılığı da
gelişmişti. Endülüs halkını refaha kavuşturan ihracat ürünleri; zeytinyağı, kuru
meyve, işlenmiş deri, seramik, ipekli ve yünlü kumaşlardı.
Tabii ki bu maddi kalkınmanın yanında çok canlı bir dinî ve manevi hayat vardı. Halk âlimlere ve fakihlere çok hürmet eder, sohbetlerini dinler ve kitaplarını okurdu. Bu geniş kültür birikimi zenginlik ve refahla birleşince, Ortaçağ karanlığında bir güneş gibi Endülüs İslam Medeniyeti doğdu.
Avrupa’nın en büyük şehri
Biraz da
Kurtuba’yı konuşalım. O çağda Kurtuba’da nasıl bir yaşantı vardı? Diğer Avrupa
başkentlerinde durum nasıldı?
Evet “Altın
Çağ”da Kurtuba ile Avrupa başkentleri arasında maddi ve manevi olarak tam bir
uçurum vardı. Üçüncü. Abdurrahman zamanında Paris’in nüfusu sadece 40 bin iken,
Kurtuba 500 bin nüfusuyla Avrupa’nın en büyük şehriydi. 28 mahallesi, halkın
oturduğu 113 bin ev, 600 cami, 800 hamam, 50 hastane, birçok yüksekokul, 80 ilkokul,
17 ortaokul ve lise vardı. 4 bin ilahiyat öğrencisi yüksek eğitim alıyordu.
Gece ancak
ellerindeki meşalelerle korkarak sokağa çıkabilen Parislilere, Viyanalılara,
Romalılara karşılık, Kurtuba halkı aydınlatılmış pırıl pırıl caddelerde geç
saatlere kadar güven içinde gezip dolaşıyorlardı. Avrupa temizliğin ne olduğunu
bilmezken Kurtuba’da tam 800 hamam vardı. Kurtuba’nın ticari hayatı da çok
hareketliydi. Binlerce dükkânın bulunduğu çarşıda gerek doğudan gelen, gerek Endülüs’te
imal edilen her çeşit mal alıcı buluyordu. Şehrin güzellik ve zarafetine
paralel olarak halk da giyim kuşamlarında çok itinalı, alış veriş ve karşılıklı
münasebetlerinde çok kibardı. Kurtubalılar bu yenilikleri Bağdat’tan gelen
Ziryab’a borçluydular.
Medeniyetin köprüsü
Bu ismi zannederim çok az kimse
biliyor. Ziryab kimdir anlatır mısınız?
Halife Harun
Reşid zamanında Bağdat’ta yaşayan çok önemli bir kültür adamıdır. Musiki başta
olmak üzere, mutfak kültürü, sağlık, temizlik, moda, giyim kuşam, saç kesim ve
bakımı onun uzman olduğu alanlardı. İkinci Abdurrahman zamanında Bağdat’tan
Kurtuba’ya gelen Ziryab, otuz yıl içinde Endülüs’ün sosyal hayatı ve kültürü üzerinde
çok etkili oldu. Dillere destan Bağdat’ın renkli ve cazip yaşantısı, kısa
zamanda Kurtuba’ya hâkim oldu.
Giyim kuşam, saç kestirme, ev mobilyası, yeme içme, mutfak kültürü, temizlik, bakım, müzik eğitimi ve moda onun getirdiği yeniliklerden sadece bazılarıydı. Avrupa’nın ilk konservatuarı Ziryab tarafından Kurtuba’da kurulmuştu. Onun tanıttığı yenilikler, Endülüs’te dolayısıyla Avrupa’da bir ilk olma özelliğini koruyordu. Elbiselerin bir çeşit tuzla temizlenmesi, dişlerin bitkilerden yapılmış bir macunla fırçalanması, koltuk altı kokusunu giderecek bir esansın kullanılması onun getirdiği yeniliklerden bazılarıydı.
Biraz da Kurtuba’nın ilim ve
kültür hayatından bahseder misiniz?
Kurtuba yakınlarında inşa edilen Medinetüzzehra Saray Kütüphanesi zamanla çok zenginleşmiş, görevliler tarafından kataloglar hazırlanarak, halkın ve öğrencilerin hizmetine sunulmuştu. Kurtuba, dünyanın Bağdat ve Kahire’den sonra üçüncü büyük kütüphanesine sahip şehri olmuştu. Üçüncü Abdurrahman’ın oğlu İkinci Hakem zamanında, Medinetüzzehra’da 400 bin, Kurtuba’daki 20 özel kütüphanede 100 bin kitap bulunuyordu. Her biri 50 sayfadan meydana gelen 44 ciltlik katalog sayesinde, araştırmacılar kütüphaneden çok kolayca istifade ediyorlardı. Kendisi de aynı zamanda eser kaleme alan Halife Hakem, kütüphanedeki kitapların çoğunu okumuş, kenarlarına bazı notlar bile düşmüştü. Onun bu ilme ve kitaba merakı, kendi çevresinden başlayarak halk ve esnaf tabakalarına kadar yaygınlaşmıştı. Başta Kurtuba olmak üzere Endülüs’ün bütün şehirlerinde okuryazar olmayan neredeyse kalmamıştı. Her taraftaki kâğıtçılar, kâtipler, kütüphaneciler kanalıyla yılda 60 bin kitap yayınlanıyordu. Üçüncü Abdurrahman’ın âlimleri ve sanat erbabını himaye etmesi neticesinde, gerek Endülüs’ten gerek Mağrib ve doğudan gelenlerle Kurtuba ilim merkezi olmuştu. Ulucami’nin yanında kurulan Kurtuba Medresesi, Avrupa’nın yükseköğretim yapılan ilk ve tek eğitim kurumuydu. Burada sadece Müslümanlar değil, gayrimüslimler de rahatça öğrenim görebiliyordu.
Kurtuba’da Endülüs’ten kalan en
önemli tarihî eser herhalde Ulucami’dir. Bu mabed hakkında bilgi verir misiniz?
Bu caminin
temelleri Emevi Devleti’nin kurucusu olan Birinci Abdurrahman tarafından 784 yılında
atıldı. Onun vefatından sonra oğlu Birinci Hişam tarafından tamamlatılan ilk
yapı, daha sonra çeşitli devirlerde genişletildi. İkinci Hişam zamanında, Baş vezir
İbni Ebu Amir tarafından 987 yılında doğu tarafına bir bölüm eklendi. Böylece cami
180 metreye 150 metre ebadında çok geniş bir alanı kapladı. Bunun üçte biri,
kenarları revaklı avludur. Farklı zamanlarda değişik bölgelerden getirilen
mermer sütunlar camiye ayrı bir güzellik katmaktadır. Toplam olarak 1100 adet
sütun bulunan Ulucami’nin en sanatlı yapısı hiç şüphesiz oymalı mermer ve altın
renkli mozaiklerle yapılan mihrap ile fildişi parçalar ve altın çivilerle
yapılmış olan ahşap minberidir.
Avrupa Rönesansı’nın temeli
Böyle yüksek seviyeli ilim ve
kültür ortamında çok sayıda âlim ve mütefekkir yetişmiş olmalı. Bazı örnekler
verir misiniz?
Elbette çok
sayıda ilim ve fikir adamı yetiştiren Endülüs bu yönüyle Avrupa Rönesansı’nın
da temelini oluşturmuştur. Mesela Zehravi adlı bir tıp âlimini ve yazdığı çok
önemli tıp kitabını ele alalım. Zehravi’nin Kurtuba’da eğitim görüp mesleğini
burada sürdürdüğü, Halife Üçüncü Abdurrahman, İkinci Hakem ve İkinci Hişam
devirlerinde Medinetüzzehra Sarayı’nda bulunduğu biliniyor. 10. yüzyılda
yaşayan tıp âlimi ve cerrah Zehravi (Albucasis) yazmış olduğu Tasrif adlı kitabıyla çağının çok
ilerisinde olduğunu göstermiştir. Tasrif, mükemmel bir tıp kitabı olmanın ötesinde
cerrahiyi bir ilim dalı hâline getiren, modern ameliyat aletlerinin tanıtıldığı
tecrübi tıbbın en önemli örneğiydi.
Yine 12.
yüzyılda yaşayan İbni Rüşd (Averroes), zirveye çıkan Endülüs medeniyetini tek
başına temsil edecek kadar önemli eserler veren Kurtubalı hekim ve filozoftu.
Tıp Külliyatı eseriyle hekimliğini gösterirken, Aristo’nun kitaplarına yaptığı şerhlerle
Avrupa’da commentatör (açıklayıcı) olarak tanınmıştı. Onun felsefesi, yüzyıllarca
Averroism (İbni Rüşdcülük) adı altında Avrupa üniversitelerinde ekol olmuş ve
kitapları okutulmuştu.
Astronomi ve
coğrafya Endülüs’te hızla gelişen ilim dallarıydı. Mecriti doğuya yaptığı
seyahatten sonra edindiği bilgilerle Endülüs’e dönmüş, usturlap hakkında bir
kitap yazmıştı. İdrisî ise ilk defa doğruya en yakın dünya haritasını çizmişti.
Böyle yüksek bir medeniyet,
teknik alanda da gelişmeler ortaya koymuş mudur?
Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikası Şatibe’de kurulmuştu. Çok pahalı olan parşömen yerine pamuktan üretilen ince ve ucuz kâğıt, kitap yazmayı ve çoğaltmayı kolaylaştırıyordu. Kitap ise ilim ve tekniğin yayılmasını ve gelişmesini sağlıyordu. Dokumacılık çok gelişmişti. Kurtuba’da 13 bin, İşbiliye’de 6 bin, Meriye’de 800’den fazla dokuma tezgâhı vardı. Dericilik, madencilik, kâğıtçılık gibi sanayinin yanı sıra, el sanatları ve mahalli ürünler sayesinde gelir artmış, limanlarda yapılan ticaret geliştikçe ihracatta çok büyük ilerlemeler kaydedilmiştir.
İlk Uçan Adam
Son olarak ilk uçan adamdan bahsederek sohbetimizi tamamlayalım
isterseniz? Eminim ki bu konu
okuyucularımızın da çok ilgisini çekecektir. Kimmiş bu ilk uçan adam?
Avrupa’nın
ve belki de dünyanın ilk uçan adamı Endülüs’te yaşamış olan İbni Firnas’tır. Bu
adam büyük kanatlar yapıp üzerini ince kumaş ve kartal tüyleriyle kaplamıştı. Ahalinin
meraklı bakışları altında kanatların altındaki kısma oturup yaptığı büyük kuşu
uçurmayı başardı. Abbas İbni Firnas, uzun zaman havada uçtuktan sonra,
süzülerek geniş çimenliğe inmeye çalıştı. Ancak ne var ki, tam konacakken birdenbire
yere çakıldı. Hemen etraftan koşanlar yardım edip hastaneye kaldırdılar.
Tabipler, hafif sıyrıklarla kazayı atlattığını açıkladılar. İbni Firnas,
yaptığı cihazın düşme sebebini kısa zamanda buldu. Kanatların arka kısmına dengeyi
sağlayacak kuyruk yapmadığı için cihaz iniş sırasında yere çakılmıştı. Bu olay
880 yılında meydana gelmişti.
Çok teşekkür ederim. Şu anda
hangi kitap üzerinde çalışıyorsunuz?
Asıl ben teşekkür ederim. Şu anda Endülüs Serisinin üçüncü kitabıyla ilgili araştırma ve okumalara devam ediyorum. Maalesef 800 yıllık bu büyük medeniyetin çok hazin bir sonu var. Gırnata merkezli Beni Ahmer Devleti’ni, Elhamra Sarayı’nda yaşanan inanılmaz olayları ve nihayet Endülüs’ün çöküşünü bu yeni kitabımda anlatmaya çalışacağım. İnşallah, bu yılın sonbaharında okuyucuyla buluşacağını ümit ediyorum.