Emeği istimlak etmek
Sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vb. ajandamıza bakıldığında toplumun tartışma konularının çeşitliliğinden bahsedilebilir. Herkes konuşmaya başladığında, en temel sorunları dile getirdiğini düşünmektedir. Fakat ajandamızdaki detaylı tartışmaları esaslı bir soruna bağlayacak olursak “emek” ve “üretim” meselesine son kertede geleceğimiz kuşkusuzdur.
Geçen yazımda Z kuşağı ile ilgili yazımda aslında otobiyografi türünden yazdıklarım hangi taraftan okunursa okunsun bir “emek” ve “üretim” sorununa göndermede bulunmaktadır. Bu bağlamda genelde toplumda özelde Z Kuşağında bir değer olarak bu iki kavramın giderek zayıfladığını; dolayısıyla emeğin giderek güçlerin temellükü ve gaspına doğru gittiğini belirtmeliyiz.
“Emek ve üretim” konusundaki sorunun iki boyutlu olduğunu işaretlemeliyiz. Birincisi, dünya ölçeğinde sermayenin giderek belirli ellerde birikmesi sonucu emeğin karşılıksız kalması söz konusu ki, bu durum bir yandan küresel aktörlerin emeği temellükünü diğer yandan çalışanlar açısından emeğin değerini kaybetmesi ve emeğe yabancılaşmayı beraberinde getirmektedir.
Marx Sanayileşme ile birlikte açığa çıkan kitlesel emek gücünün kapitalizm içerisinde alınıp satılan bir metaya dönüşmesini ve işçinin gerek bedenine gerekse ürettiklerine yabancılaşmasını sorunsallaştırmıştı. Yabancılaşma bugün bu noktadan çok ötelere gitti ki, insanın kendisini kuşatan her şeye karşı derinleşti. Bir yandan insan tüketim üzerinden kendi kimliğine, giderek bedenine ve tabiata yabancılaşmıştır. Dikkat ederseniz, yeni nesil her türlü üretimle ambalaj içinde muhatap olduğundan, öncelikle ürünlerin tabiatına yabancılaşma yaşamaktadır.
Diğer yandan tüketimin dünya ölçeğinde giderek borçlanma ile yapılması, hem emeğin nicel enflasyonuna sebep olmakta, hem emeği değersizleştirmekte, hem de geniş kitlelerin kendi beden ve tabiatlarına yabancılaşmalarını sonuçlamaktadır. Sonuçta kişi ile kendisi arasına giren birçok yabancı maddeler, insanın kendisinin sahici farkındalığını sürekli ertelemekte ve sanal gerçekliklerle onu oyalamaktadır.
Bu durum bugün aile, çalışma, ekonomik ve gündelik hayatı da bir kumar mantığıyla algılayan insanların sayısını artırmaktadır. Sözgelimi; bugün herhangi bir yatırım enstrümanına para yatırıp kısa sürede “köşeyi dönme” mentalitesi, emeğin aslında toplumsal düzlemde de nasıl algılandığını bize göstermektedir. Hatta kimi zaman kişi tüm varlığını bu tür kumar mantığıyla kaybedebilmektedir.
Burada emeğin sadece bir iş için harcanan çaba olmanın ötesinde insanı hayatın gerçeklikleri çerçevesinde inşa eden bir işlevinin olduğu unutulmamalıdır. Nihayetinde insan nefsi daha az çaba göstererek çok şey elde etmek ister. Ancak sıkça tekrarlanan “bir şeyin değeri ancak ona harcadığınız emek kadardır” sözü aslında kişinin inşasına da dikkat çekmektedir.
Rahmetli babam 1960’lı yıllarda evlendiğinde evde doğru dürüst eşyası olmadığından bahsederdi. Hatta evlendikten birkaç ay sonra dedem çaydanlık, çay ve şeker hediye edince o gün akşam içtiği çayın keyfini anlatırdı. Bir gün cebinde parası kalmadığı için bakkaldan “yarın parası vereyim” diyerek aldığı ekmek karşısında duyduğu mahcubiyeti söylerdi. Onun parasını ödemişti de. Ancak ailesine ve çocuklarına “haram tek lokma” yedirmediği sonucuna ulaştığında anlatısının ana fikrine ulaşırdık.
Bütün hayatı boyunca kazandığı mal varlığı aslında hacet-i asliye sayılan ev ve arabadan ibaretti babamın. Onları da büyük emekler vererek yıllar içerisinde kazanmıştı. Babamdan bakıye kalan şeyleri iki kelime ile özetlemem mümkündür: Emek ve değer. Bir değer olarak emek.