Ellerin…
“Sorma, söyleyemem…”diye devam
ediyordu şarkı. Yılların izi, söylenemeyen sır, anlatılamayan hikâyeler,
gerçekleşmeyen hayaller ve inceldiği yerden kopmayan ama kanayan yara… Üşüyen
elleri saklayan sıcaklık. Bir rüyanın tevili, misal âleminin sırrı. Bir delinin
yaktığı ateşin rengi ve ellerde açan çiçeğin kokusu…
Pili biten saatin durdurduğu zamanda
kalan dua, radyoda çalan şarkı. Aynanın söylediği hakikat. Aynı sayfada duran
ayraç, kendini okutamayan kitabın daveti.
Gök rengi hayallere sığınan bir kalbin denizaşırı yolculuğa çıkma
hâlinin telaşı. Evet, oradakinin uzaklığı
ama bir o kadar da yakınlığı, içkin düşünceler…
Bir el uzak, bir el tuzak. Söz ile olmayan anda gözle süren anlatış. Bestekârın notalarına sığmayan kader şarkısı…Ezgiler hep yarım değil miydi?
Sahnede oynanan oyunu değiştirmek kolay değil ki. Kostüm bulamayan oyuncunun
yüzünden okunan asabiyeti kim yorumlayabilir? Belki hayalleri
mahveden ama uyulmak zorunda
kalınan tekst. Yırtıp atılsa yeridir ancak oyun başlayalı çok olmuş. Tam
ortasında rastlanan oyunun can sıkan diyalogları. İtirazım var, denilse ne
olur? Hiç!
“Bu eller miydi masallar
arasından/Rüyalara uzattığım bu eller miydi/ Arzu dolu, yaşamak dolu/Bu eller
miydi resimleri tutarken uyuyan” diyen şairle şimdi aynı yerde olmak, aynı
rüyayı görmek.
Bir serçenin kanatlarına takılıp
batan paslı tel gibi kanatan uzaklık… Bir sözün içini barutla doldurup kalbe
nişan almak. Son nefes, son çırpınışla hayata dönmek kolay mı? Temassız
dokunuşların yıkıcı etkisi. Bir el, bir ele
dokunsa “Yavaş yavaş, kor kor ateş…” Kül eden bir divanelik, başka ne
denir?
Bir delilik giysisi giymeden
çıkılmaz ki şu sahneye. Bir delinin elini tutmadan ateş köprüsünden geçilmez
ki. Bir delinin eliyle çizilen resimlerin kompozisyonunu kim bilir? Uzaklar
yakın olur, yakınlar uzak. En güzel cümle öz’den doğar ve en güzel cümledir “Özledim.” demek. Göz alıcı
bir renktir özlemek, gönül gönenir. Bir el, göğsünde ısınır gecenin. Ve bir
kuşun yuvasına dönmesi misalidir ellerin buluşması.
Kalemi tutan bu el, fırçayı tutan bu
el, uzaklığı tutan bu el, yakınlığı tutan bu el, acıyı tutan bu el, hüznü tutan
bu el, sevinci tutan bu el, gözyaşını tutan bu el, gözleri silen bu el,
gönüllere dokunan bu el, yaraları saran
bu el…
Boşlukta kalınca ateş düşer ortasına
ellerin. Hasreti, duaya katıp da en yüce makama sunan bu eller değil miydi?
“Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum” diyordu Cemal Süreya ve başka bir
dizesinde “Önce bir ellerin
var/Yalnızlığımla benim aramda” derken de yine eller ile başlıyor sevmeye.
“Bana ellerini ödünç versen, dünyada
çöl kalmazdı, her yere çiçek dikerdim.” denilen yerde hayat bulur her şey. Ve Turgut Uyar’ı
dinlemek iyi gelir: “Çok üşürdük hep
üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız/ Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun
sakallarımız”
Üşüyoruz. Soğuk bir kalbi ne ısıtır?
Ya üşüyen elleri, mahrumiyet sancısını kim bilir? Ses ısıtır. Göz ısıtır. Unutmamak üzere sözleşmek ısıtır.
Şimdi dünya soğuyor. İnsanlar soğuyor. Ve bir el üşüyor. Kar düşüyor. Üşüyen
eller sıcak bir nefes arıyor.
Beklemek… Takvimsizdir sevmek.
Ansızın yağan yağmurdan kaçılır mı? Öyledir
zamansız sevmek. Ve ellerden anlaşılır. “Alır yürür sıcak mavisi gökyüzünün/Kuşlar döner uzun yağmurlardan
sonra birgün/Bir yer sızlar yanar içinde büsbütün/Her şeye rağmen ellerin
üşür/Üşürse beni unutma“ Unutulmaz
ki üşüyen eller çünkü onlar ruhun bir
parçasıdır.