Eksik tarif
Ne zamandır herkesin ağzına iki kelime… Ehliyet ve liyakat… Bilen de/bilmeyen de, muhtevası hakkında konuşmaktan çekinmiyor. Hele televizyona çıkartılan değme aydınlar… Sormayın gitsin… Hep bu iki kelimeye, işlerine geldiği gibi bir mana yüklemekle meşguller. Aslında haklarını yememek lazım… Zira yapılan tanımlara bakarsanız, bir yere kadar doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama dedim ya, bir yere kadar… Çünkü ehliyet ve liyakat kelimeleri, bir işin verimli sürdürülmesi için tek başına yeterli değildir.
Yanlış anlaşılmasın sakın! “bu kavramlar önemsizdir” demiyorum kesinlikle. Aklı başında hiç kimsenin, böyle bir şeye itiraz edemeyeceği açık… Benimkisi; tüm sıkıntıların çözümü olarak, eksik tarif edilmesinden kaynaklı bir itiraz sadece… O halde kafanızı daha fazla karıştırmadan, eksik kalan tarifi birlikte tamamlayalım. Bakalım siz ne düşüneceksiniz?
İşlerin ehliyetli ve yeterli kimselere emanet edilmesi, ciddi ivme kazandırır;
Esasen Arapça kökenli ehliyet ve liyakat kelimeleri, mana bakımın birbirini tamamlayan kardeş kavramlar. Herhangi bir işin yapılması yahut yaptırılması söz konusu olduğunda, o işin bilgi ve becerisine haiz, ehliyetli kişiler arandığı malum. Liyakat ise her ne kadar benzer anlam taşısa da, biraz daha ayrıcalıklı bir konuma sahip. Tıpkı sürücü ehliyeti almakla, iyi sürebilmek arasındaki fark gibi… Keza liyakatin; “bir işe ehil olma, layık olma, hakkını verme” becerisi şeklinde izah edilmesi de, tamamen bundan ibaret.
Kısacası işlerin ehliyetli ve yeterli kimselere emanet edilmesinin, hem iş hayatına, hem de devlet yönetimine ciddi bir ivme kazandıracağı şüphesiz. Neticede bir işi “yetkili, elverişli ve yeterli” ellere teslim etmekten daha normal bir şey de olamaz. Buraya kadar mutabık olduğumuzu sanıyorum. Öyleyse “niye eleştiriyorum” konusuna gelince… Benim eleştirim ehliyet ve liyakatin, emanet ve sadakat olgusunun önüne geçmesinden mütevellit. Yani emanet ve sadakat gibi önem arz eden hususların, kamuoyunda hiç dillendirilmemesi… Öyle ki emanet ve sadakat yok sayılarak, bütünlüğü oluşturamayacağımız bir iddiadan daha fazlasına tekabül ediyor.
Emanet ve sadakat bilinci olmazsa olmaz;
Nasıl mı? Mesela emanetin; “kişiye, bir süreliğine korunması için sunulan değer” olduğunu hatırlatmakla başlayalım. Bu noktada emanet sahiplerinin, emanet edecekleri insanda ilk arayacakları şey, tartışmasız “ehliyet” ve “liyakatten” başkası olamaz. Fakat emanet edilen kişi bu özelliklere sahip bir işçi, yönetici, müdür ya da bürokrat… Kim olursa olsun, emanetin ne idüğünü kavrama şartı bulunuyor. Yoksa ne liyakat ne de ehliyet, kişinin menfaatleri uğruna, emanete ihanet etmesine engel teşkil etmeyecektir.
İşte tamda burada sadakat devreye giriyor. Zira sadakat; kişinin çalıştığı kuruma, işine, emanete, dinine, devletine halel getirmemesinin en net karşılığıdır. Yani çokbilmişlerin; Padişahın “sıfır nedir?” sorusuna, “sizin yanınızda bendenizim efendim?” diye izah ettiği bir tanımla, uzaktan yakından bir alaka barındırmıyor. Çünkü bu tarz sadakat değil, düpedüz yalakalıktır… Yalakalar ise güce endeksli yaşadıklarından, menfaatleri, gücü kaybedene sırt çevirmeyi emreder. O yüzden gerçek sadakat sahipleri, emaneti bilir ve güçlüyü çıkarları adına bir manivela olarak katiyen kullanmaz.
Özetlemek gerekirse Nisa/ 58’de; “Allah (cc) emanetleri; emin, ehil ve liyakat ve sadakat sahibi kişilere vermenizi size emrediyor” ilahi düsturu üzerine başka söylenecek söz bulunmuyor. Buradan da sadece liyakat ve ehliyetin, tek başına yetmediği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim son dönem maruz kaldıklarımız da, bunun en bariz delili… Kaldı ki malum olaylardan dolayı yargılanan çoğunun, ehliyet ve liyakat sahibi olmadığını iddia edemeyiz. Anlayacağınız refahın, barışın, adaletin, huzurun sağlanması; ehliyet ve liyakat kadar emanetin ruhuna hâkim ve sadık insanların, görev başına gelmeleri/getirilmeleriyle mümkündür. Marifet; tüm koşullarda emaneti namus bilen, o’na sadakati ise hiçbir unsura peşkeş çekmeyen, ehliyetli ve liyakatli olanları arayıp bulmakta… İşte işin püf noktası da burası… Haksız mıyım?