Ekranın egemenliği
Değişimin hızı en azından benim için
1980’ler ile bugün arasında tecrübi olarak bir karşılaştırma imkanı
vermektedir. 1980’li yıllarda Türkiye’de herkesin evinde bir sabit telefonu
yoktu. Özal’ın politikası iletişim alanında buna hız vermişti. Sadece bir televizyon
kanalı vardı; o da sınırlı sayıda yayın yapmaktaydı.
Esasen 1980’lerin benim açımdan bir
“kırılma” anlamı taşıması, Türkiye’nin küreselleşen dünyaya entegrasyon
sürecine girmiş olmasıdır. Liberalizmin bu aşamasında kapitalist bir yaşam
biçimine adapte olma, yeni mübadele biçimlerin Türkiye’ye aktarımı yavaş yavaş
kendisini göstermiştir.
Öyle ki, o dönemde “Batı’da ne varsa
bizde de olacak” şeklindeki siyasi söylem halk nazarında coşkuyla
karşılanıyordu. Çünkü tüm modern propagandalar karşısında kendisinde mahrumiyet
duygusu hisseden halk nezdinde bu söylem her zaman bir karşılık bulmuştur.
Çünkü Batı’nın nimetleri batılılaşma sürecinin başından beri talep
edilmektedir. Öyle ki, Batı’ya eleştiri getiren söylemlerin bile, son kertede
benzer tavır içinde bulundukları bugün geldiğimiz noktada daha iyi
anlaşılmaktadır.
1989 yılında Türkiye’de ilk özel
kanalın açılmasının ardında kanal sayıları artmış; daha sonra uydu kanalları
devreye girmiş, bilgisayarların yaygın kullanımlarının ardından internet ve cep
telefonları artık hayatın vazgeçilmezleri haline gelmiştir. Artık bireyler
gündelik hayat içerisinde önemli oranda zamanlarını ekran başında
geçirmektedirler. Ekranın hakimiyeti bu bağlamda postmodernlik ve küreselleşme
aşamaları ile kopmaz bir bağ taşımaktadır.
Öncelikle modernlik sübjektiviteyi
negatifleyerek, insanlardan bağımsız bir gerçeklik arayışını öne çıkarmıştır.
Bunun ne kadar imkan dahilinde olduğu tabii ve sosyal bilim felsefeleri ile
sosyolojisinde tartışılmıştır. Fakat en azından modernlikle birlikte tabii ve
sosyal gerçeklik arayışları önemli bir yer tutmuştur. Bu noktada “algı”ların
statüsü oldukça düşüktür. 1980’li yılların reklamlarına baktığımız zaman, bu
gerçeklik mentalitesinin işlediğini görmekteyiz. Reklamın konusu bizzat ürünün
kendisine yönelikti.
Postmodern düşünce ağırlığını
hissettirince, evrensel hakikat ve gerçeklik artık bir eleştiri konusu olmaya
başlamıştır. Bunun sonucu olarak sübjektivite, öznellik postmodern mentalite
ile yükselmiştir. Öznelliğin yükselişi doğrusu direkt olarak “algı”ların
statüsünü de yükseltmiş görünmektedir. Şimdi tam ters bir durum işlemiş, yani
hakikat ve gerçeklik itibar kaybetmiştir.
Elbette bunun ilk sebebi düşünsel
anlamda Kantçı yaklaşımdır. Fakat bu sürecin ilerlemesine yardım eden iki faktör
vardır. İlki, ekranın insan hayatında yoğun olarak kapladığı yer. İkincisi, de
neoliberal ve kapitalist düşüncenin stratejileri. Çoğunlukla dünya ölçeğinde
mal mübadelesi ve tüketim üzerinden kendisini gösteren küreselleşmenin
epistemolojik araçlarından birisi “ekran” olarak belirmektedir.
Dünya ölçeğinde ekrana egemen
olanlar, psikoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin tekniklerini kullanarak
insanlara epistemik propaganda yapmaktadırlar. Belki bu propagandayı herkes
farklı algılıyor diyerek geçiştirebilirsiniz. Fakat işlem tam da bu noktada
kendisini göstermektedir. Bu “algı”lar standartlaştırılmış, kodlanmış bir
nitelik taşıdığından, insanlarda bir düşünsel tartışma ve çeşitlilik
oluşturmamakta; tam tersine “benzeşme”ler ve “standartlaşma”lar yaratmaktadır.
Bu bağlamda küreselleşmenin literatürde bir “benzeşme” anlamını içerdiğini
belirtmeliyiz.
Dolayısıyla insanlar “ekran”lardan
başlarını kaldırmadığı sürece, yaratılan algıyı gerçeklik olarak görmeye devam
etmektedirler. Sıfır toplamlı bu oyunu fark etmeyen ise, bu renkli ekranın
içinde kalmaya devam etmektedir. Aslında “Algı” ile “gerçeklik” arasındaki
gerilimin farkına vardığı anda durum değişmeye başlayacaktır; tıpkı
sihirbazların Hz. Musa’nın Asa’sını fark ettikleri gibi.