Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Ekranın egemenliği

Değişimin hızı en azından benim için 1980’ler ile bugün arasında tecrübi olarak bir karşılaştırma imkanı vermektedir. 1980’li yıllarda Türkiye’de herkesin evinde bir sabit telefonu yoktu. Özal’ın politikası iletişim alanında buna hız vermişti. Sadece bir televizyon kanalı vardı; o da sınırlı sayıda yayın yapmaktaydı.

Esasen 1980’lerin benim açımdan bir “kırılma” anlamı taşıması, Türkiye’nin küreselleşen dünyaya entegrasyon sürecine girmiş olmasıdır. Liberalizmin bu aşamasında kapitalist bir yaşam biçimine adapte olma, yeni mübadele biçimlerin Türkiye’ye aktarımı yavaş yavaş kendisini göstermiştir.

Öyle ki, o dönemde “Batı’da ne varsa bizde de olacak” şeklindeki siyasi söylem halk nazarında coşkuyla karşılanıyordu. Çünkü tüm modern propagandalar karşısında kendisinde mahrumiyet duygusu hisseden halk nezdinde bu söylem her zaman bir karşılık bulmuştur. Çünkü Batı’nın nimetleri batılılaşma sürecinin başından beri talep edilmektedir. Öyle ki, Batı’ya eleştiri getiren söylemlerin bile, son kertede benzer tavır içinde bulundukları bugün geldiğimiz noktada daha iyi anlaşılmaktadır.

1989 yılında Türkiye’de ilk özel kanalın açılmasının ardında kanal sayıları artmış; daha sonra uydu kanalları devreye girmiş, bilgisayarların yaygın kullanımlarının ardından internet ve cep telefonları artık hayatın vazgeçilmezleri haline gelmiştir. Artık bireyler gündelik hayat içerisinde önemli oranda zamanlarını ekran başında geçirmektedirler. Ekranın hakimiyeti bu bağlamda postmodernlik ve küreselleşme aşamaları ile kopmaz bir bağ taşımaktadır.

Öncelikle modernlik sübjektiviteyi negatifleyerek, insanlardan bağımsız bir gerçeklik arayışını öne çıkarmıştır. Bunun ne kadar imkan dahilinde olduğu tabii ve sosyal bilim felsefeleri ile sosyolojisinde tartışılmıştır. Fakat en azından modernlikle birlikte tabii ve sosyal gerçeklik arayışları önemli bir yer tutmuştur. Bu noktada “algı”ların statüsü oldukça düşüktür. 1980’li yılların reklamlarına baktığımız zaman, bu gerçeklik mentalitesinin işlediğini görmekteyiz. Reklamın konusu bizzat ürünün kendisine yönelikti.

Postmodern düşünce ağırlığını hissettirince, evrensel hakikat ve gerçeklik artık bir eleştiri konusu olmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak sübjektivite, öznellik postmodern mentalite ile yükselmiştir. Öznelliğin yükselişi doğrusu direkt olarak “algı”ların statüsünü de yükseltmiş görünmektedir. Şimdi tam ters bir durum işlemiş, yani hakikat ve gerçeklik itibar kaybetmiştir.

Elbette bunun ilk sebebi düşünsel anlamda Kantçı yaklaşımdır. Fakat bu sürecin ilerlemesine yardım eden iki faktör vardır. İlki, ekranın insan hayatında yoğun olarak kapladığı yer. İkincisi, de neoliberal ve kapitalist düşüncenin stratejileri. Çoğunlukla dünya ölçeğinde mal mübadelesi ve tüketim üzerinden kendisini gösteren küreselleşmenin epistemolojik araçlarından birisi “ekran” olarak belirmektedir.

Dünya ölçeğinde ekrana egemen olanlar, psikoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin tekniklerini kullanarak insanlara epistemik propaganda yapmaktadırlar. Belki bu propagandayı herkes farklı algılıyor diyerek geçiştirebilirsiniz. Fakat işlem tam da bu noktada kendisini göstermektedir. Bu “algı”lar standartlaştırılmış, kodlanmış bir nitelik taşıdığından, insanlarda bir düşünsel tartışma ve çeşitlilik oluşturmamakta; tam tersine “benzeşme”ler ve “standartlaşma”lar yaratmaktadır. Bu bağlamda küreselleşmenin literatürde bir “benzeşme” anlamını içerdiğini belirtmeliyiz.

Dolayısıyla insanlar “ekran”lardan başlarını kaldırmadığı sürece, yaratılan algıyı gerçeklik olarak görmeye devam etmektedirler. Sıfır toplamlı bu oyunu fark etmeyen ise, bu renkli ekranın içinde kalmaya devam etmektedir. Aslında “Algı” ile “gerçeklik” arasındaki gerilimin farkına vardığı anda durum değişmeye başlayacaktır; tıpkı sihirbazların Hz. Musa’nın Asa’sını fark ettikleri gibi.