Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.72
Gram Altın
2962.17
BIST 100
9697.98
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Ekran vatandaşlığı (2)

Karanlık o kadar yoğun, öylesine çekilmez ve acı vericidir ki yalancı ve mini minnacık ışık zihin tarafından güneş gibi algılanır. Oysa ekranlar hayatın mercekleridir, hakikatin ışığı değil. Ekranlar güneş gibi doğayı renklendirmenin, ona ayrıntı eklemenin muharriki değil mercek gibi ona yakından bakmanın ama her an ateş almanın, her an felakete dönüşmenin araçlarıdır. Yoğun enerjileriyle ısıtmak yerine yakarlar. Her ekran içimize yöneltilmiş bir mercek olarak tutulduğu yeri ansızın tutuşturma potansiyeli bulunan bir yakından bakış aracıdır. Her ekran bir yerlerimizi sessizce yakmakta, doğa ile aramızdaki dostluğu azaltmakta, benliğimize sayısız ayartı göndererek kişiliğimizi imha etmektedir. Kurmak için yıkmak gerekmektedir çünkü. Var olan benlik yıkılmadan yeni bir benlik inşası nasıl gerçekleşsin? Var olan benlikle ulus devlet vatandaşlığından ekran vatandaşlığına geçiş mümkün olmadığı için, içinden geçtiğimiz süreçte ekranlar tarafından benlikler parçalanıp sanal dünyaya uyumlu yeni benlikler oluşturuluyor. Ekranda geçirilen her zaman dilimi zihnin bir parçasını benlikten koparıp sanal dünyanın parçasına dönüştürüyor, benlik biteviye aşınırken ekrana iliştirilmiş yeni montajlardan mekanize edilmiş kişilikler oluşturuluyor. Böylece salgın bittiğinde, artık dışarı çıkma vakti geldiğinde kendisinden koparılmış parçaların iskelete dönüştürdüğü ruhlar zaten dışarı çıkmak istemeyecek, istese bile buna gücü yetmeyecek, gücü yetse bile klonlanan ve ekrana iliştirilen öteki benliği onu bulunduğu yere mıhlayacak. Bütün bu süreçlerde gövdeler hapishaneleştirilirken kaburga kemikleri de parmaklıklara dönüşmüş olacak ve Foucault’nun hapishanesi her bir benliğin kendine ördüğü duvar olarak gövdeleri hücreye dönüştürmüş olacak. Tuhaf ve ironik biçimde kişinin yanında taşıdığı el bilgisayarları, cep telefonları ve bilumum fiber optik araçları onun duvarları olarak gittiği her yere hapishanesini de taşımış olmanın aracına dönüşecek.

Dijital çağ, neredeyse bütün ontolojisini yalnızlaşan, gelenekten, sokaktan, kalabalıktan kopan insanların iradesine “el koyma” üzerine kurdu. Birbirinden ayrıştırarak ortak noktalarda buluşan fikirlerin gücünü törpüledi ve atomize edilmiş insanların her birinin zihinlerini ekranların öteki tarafına bağladı. Artık ekrana bağımlı hale gelen insanlara ne doğa ne tarih ne gelenek ne de toplum her hangi bir söz söyleyebilir, her hangi bir diktede bulunabilir. Ekranın karşısındaki insanın kulakları sadece ekrana ayarlanmıştır. Rüzgar o kulağa dokunmaz, güneş o gözü ışıtmaz, ateş o parmağı yakmaz… Hayır ve şerrin ekrana endekslendiği bir süreçten geçiyoruz. Kaza ve kaderin bütünüyle ekrana indirgendiği bir varoluş alanı ile karşı karşıyayız. Hikayedeki “birlikten kuvvet doğar” sözünü kanıtlamak amacıyla çocuklarının eline tutuşturduğu on iki çubuk bundan sonra hiçbir zaman yan yana gelmeyecek. Her çubuk kendi kaderini yaşayacak, kendi ekranına bakarak ölecek. Çünkü hangi ses onları bir arada olmaya çağırırsa çağırsın artık ekran birlikteliği hayat birlikteliğinin çok ötesine taşındığı için o çağrıya hiçbir çöp cevap vermeyecek. Dijitalizmin sadık müttefiki olan salgın süreci; ulus devletler maharetiyle sokaklara, hayata, topluma ve geleneklere el koyarak önce güncel yaşam rejimini değiştirmiş oluyor, ardından kurulacak yeni rejimin altyapısını kuruyor. Bir vatandaşlıktan ötekine geçmenin yarattığı psikolojik travmaları bilen kurucu irade ulus devlet vatandaşlığından ekran vatandaşlığına geçişin psikosomatik altyapısına ait ayrıntıları çoktan tahkim etmeye başladı bile. Varılan noktada dahi bilgisayarsız, cep telefonsuz, internetsiz ve fiber optik altyapısı olmayan, sınırları belirlenmiş doğal bir devletin mi yoksa bütün bunların serbestçe kullanıldığı, istediğiniz an istediğiniz sanal araçların elinize tutuşturulduğu sanal bir devletin mi vatandaşı olmak istersiniz sorularına verilecek cevapların istatistikleri dünyanın nereye gitmekte/götürülmekte olduğunu da net biçimde gösterir kanaatindeyim. Bakın göreceksiniz, yakında, çok yakında, modernleşme sonrasında Ortaçağ nasıl lanetlendi ve çağ dışı ilan edildiyse bilgisayarsız ve internetsiz toplumlar da öylesine skolastik ilan edilecek ve gelişmişlik seviyesi doğrudan doğruya ekran niceliğiyle ölçülecek.

Postmodern sürecin finansörü olan çok uluslu şirketler ulus devletler için büyük bir tehdit idi. Dijital çağda ise ulus devletlerin ve onları yöneten siyasal otoritelerin en büyük tehdidi ekranların bizatihi kendisidir. Onlar, vatandaşlarının ellerine tutuşturdukları ve bedenlerine bitiştirdikleri bilgisayarlar tarafından yok edilecekler. Nevzuhur ekran nesilleri, geleneksel siyasal algılara çok uzak ve ekrana bağımlılık arttıkça daha da uzaklaşacak. Neresinden bakılırsa bakılsın, salgın süreci tam olarak ulus devlete tabi vatandaşları ekran vatandaşlığına hazırlama girişiminin adıdır. Salgın sürecinde, şu an, tam da bu satırların yazıldığı anlarda bile kim bilir kaç zihin kaç ekran tarafından fısıltıyla ekran vatandaşlığına çağrılıyor, ikna edilenlerin zihinlerine hayata, doğaya, geleneğe insanlığın ürettiği ortak değerlere yönelik hınç aşılayıcı bildiriler tutuşturuluyor. Sokağa çıkma yasakları artık darbeci generaller tarafından buyurulmuyor, hatta siyasal erkler de değil bunun gerisindeki güç, doğrudan doğruya dünyayı sanalitenin emrine vermeye çalışan birkaç kişidir.

Ulus devletler, salgın sürecinde göz göre göre bindiği dalı kesiyor. Ekran testereleri her gün üzerinde yaşadığımız devlet dalının gövdesinden cızırtıyla bir parçayı daha koparıyor, üzerinde durduğumuz zemini biraz daha güvensizleştirmiş oluyor. Ekran vatandaşlarının sayısı hızla artarken milli benliğe ait duygusal kopuş inceldikçe inceliyor. Bu vakitten sonra artık bize de dua etmekten başka çare kalmıyor: Allah kimseyi bindiği dalı kesenlerden eylemesin. Allah kimseyi “inceldiği yerden kopsun” aşamasına getirmesin. Allah bizi dönüşü olmayan düşüşlerden korusun.