Ekran vatandaşlığı
Bu tabire alışın çünkü ekran kardeşliğinden sonraki aşama ekran vatandaşlığıdır. Zaten yerel hukuklar, yerel yaşam tarzları, yerel değerler ve inançlar çoktan küresellik kıskacında eridi. Bütün bu erime süreçlerinde şahsiyeti var eden öğeler benlikten sökülüp atıldı; dostluk, kardeşlik gibi insanı insana bağlayan değerler önce sokaklardan çekildi, sonra toplumsal hayattan atılıp ekrana transfer edildi ve şimdilerde yanı başındaki komşusuna maskesiz selam vermeyi bile ayıp sayan insanlar, kendilerinden binlerce, on binlerce kilometre ötede yaşayan, belki de hayatı boyunca hiç yan yana gelmeyeceği insanlarla kardeşlik peyda etti, vaktinin çoğunu ekran kardeşliğiyle geçiriyor.
Eve kapanmak ile eve kapatılmak arasındaki derin farkı yaşıyoruz. Eve kapanmak, pek çok bakımdan zihni keşif yolculuğuna çıkarmak demektir. Böyle düşünüldüğünde ev, sadece sığınılacak sakin bir liman, korunaklı bir yuva değil aynı zamanda insanın kendini aşmasının kutsal mekanına dönüşüyor. Bu yönüyle bakıldığında ev, dışarının neredeyse bütün sorunlarından kaçıp içine girdiğimiz, zihnimizi durulaştırdığımız, yorgunluğumuzu attığımız, fazlalıklardan arındığımız, yaralarımızı onardığımız sükunetli bir mekan işlevi görüyor. Dahası var elbette, dışarının karmaşasını geride bıraktırdığı, sorunlarla aramıza duvar ördüğü, hayatı geriden seyrettirdiği için yaratıcılığı kışkırtan bir tarafı da var. Bütün bu yönleriyle ev içi bir mahremiyet alanı olmanın ötesine taşarak verimli enerjinin çoğaltılmasının da kaynağına dönüşüyor. Denebilir ki tarih boyunca bütün büyük düşünceler dört duvar arasında yeşermiştir, zaferlerin en büyükleri masa başında kazanılmıştır. Ama büyük düşüncelere de zaferlere de dışarı ilham vermiştir. Karargahtaki planlar, dışarının haritasına göre biçimlenir. Büyük düşünceler dışarıyı daha yaşanabilir kılmanın, büyük zaferler ise dışarıyı içeriye temellük ettirmenin gerekçesidir. Eve kapanmak, ontolojinin tıkanan gözeneklerini açmak, taazzuv ankilozlarına kıkırdak dokular eklemek ve en nihayetinde donmuş olanı harekete geçirmek demektir.
Eve kapatılmak ise bambaşka bir şeydir. Öncelikle müstakil iradenizle kapanmadığınız için vücut kendiliğinden reaksiyon üretir ve iradenin akıcılığı durur. Zihin kilitlenir çünkü duygular içeriden beslenmeyince dışarının etkisine maruz kalır. Her hangi bir dış zorlamayla içeriye kapatılmış olmak, sokakları ellerinden alınmış olmak, göğü özler hale getirilmek insanda öncelikle keder duygusu yaratır ve hakimiyet hissi mahkumiyet hissiyle yer değiştirir. Düşünsenize odanızdasınız ve istediğiniz zaman dışarı çıkma hakkınız var; odanızdasınız ve kapı dışarıdan kilitli… Kapı dışarıdan kilitli olunca artık mahkuma içeriyi şenlendirmek, kapatıldığı mekanı olduğundan daha hoş hale getirmek düşer. İşte bilgisayar ve cep telefonları tam da bu noktada devreye girmektedir. Eve kapatılmış ve ilişkileri askıya alınmış, kısa devre yaptırılmış insanlar evin karanlığını hafifletmenin yolu olarak ekranlara yönlendirilmekte, bir anlamda iç dünyalar oraya itilmektedir. Böylece, ekranlar üzerinden, içine sıkıştırıldığımız karanlık mağarada sözüm ona nefes almamızı kolaylaştırmak amacıyla küçük delikler açılmakta, içeriye sosyal ağların birbirine sürtünmesinden kaynaklı küçük ışık huzmeleri sızmaktadır. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla yalancı ışıktır. Amacı içerinin karanlığını hafifletmek değil, içeride, ışığa, doğal ışığa muhtaç gövdeleri ayartarak kendine alıştırmak, sonra da tabi kılmaktır.
Ekranlar ruhun yalancı ışıklarıdır. Sadece ayartmak ve aldatmak için gelirler. Orada olduğu halde orada değillerdir. Orada olanı yokmuş gibi, olmayanı varmış gibi göstererek hokkabazlıkla gerçeklik hissini yok ederler. Felaketin başladığı yer burasıdır. İçeriye zorla sıkıştırılmış insanlar karanlıktan kurtulma çaresi ararken –denize düşenin yılana sarılması benzeri- yarıktan sızan ışığa sarılırlar ve bir müddet sonra o ışığı güneşin kendisi sanırlar.